GÜNLÜKLER –  20 Mart 2020

GÜNLÜKLER –  20 Mart 2020

Gece uzun bir süre uyuyamadım. Güneşin doğuşunu izlemek istemiştim, bir saat on beş dakika sonra. Kalkmayı düşünürken uyumuşum. Uyandığımda kalkmak istemedim, güzel bir rüyanın içindeydim. Kalktım ve gördüğüm rüyayı anımsamaya çalışırken… Hatırlamıyorum, hiçbir şey hatırlamıyorum.

Bugün hava güneşli, soğuk ve rüzgarlıydı. Dışarıya çıkmadım. Sanki bahçeden dışarı çıkabilecekmişim gibi… Sokaklar boş, yoldan geçen yok. Telefonlar çalıyor. Herkes iyiyim diyor. Şimdilik. Bu bekleyiş yazmama, düşünmeme engel oluyor. Ne yazacağım? Geçmişte yaşananların bugün için değeri ne? Anımsamak önemli mi? Yanıt vermiyorum sadece sorular üretiyorum. Bunun yerine okumak daha iyi geliyor.

Yarından sonra hava ısınıyor fakat yağmurlu olacakmış. Bahçeden ot toplamak istiyorum, ot kavurmasını özledim.

İlk çalıştığım okulda…  Yaşananlar sessizce film karesi olarak gözlerimin önünden geçiyor. Yazmaya üşeniyorum.  Güzel anılar. Sınıftan dışarı çıkmadığı sürece güzel. Sınıfa dışarıdan biri gelmediği sürece güzel. Kapının önünde durup bizi dinliyor olmalarını hiç sorun etmiyorum. Çocukların bu yılları anımsayacaklarını sanmıyorum. Ben bile her birini tek tek anımsamazken… Benim çocukluğumla ilgili ilk anımsadığım anımın ne olduğunu düşünüyorum. İstasyon peronundaydı lojmanımız, ben peronda oynadım, büyüdüm. Hangisi ilkti, pencerenin önünde otururken trene bakarken düşmem ve yerden kalkıp kapıdan içeri girip tekrar pencerenin önüne oturmam mı? Stajyer memur Turgut abinin beni omzuna bindirdiğini anımsıyorum. Mutlu olurdum. Her an düşeceğim korkusunu yaşardım. Sımsıkı sarılırdım başına. Dalgalı sarı saçlı, uzun boylu biriydi. Küçük plastik bebeğim ile peronda durup yolculara bakardım, genç kız öğrenciler benimle konuşurdu, bana papatyalardan taç yapmayı öğrettiler. Bekleme salonundaki yaşlı teyzelerin yarı uyur yarı uyanık oluşlarını izlerdim. Nereye gittiklerini öğrenmeyi çok isterdim.

Anımsadıklarımın gerçek olduğunu biliyorum. Bundan eminim. Emin olmadığım şey bunu anlatırken kullandığım sözdizimleri. Bu cümleler bugünkü bana ait. Hatta bunları yazarken taşıyacakları anlamları düşünerek yazıyorum. Siliyor yeniden yazıyorum. Freud’a başvurulmasının önüne geçiyorum. Aslında bunu aşmak demek, bir kapıyı kapatmak ve başka bir kapının açılması demek. Denesem mi? Turgut abim…

Uzun boylu, dalgalı sarı saçlı yakışıklı bir gençti. Sivil giyinmezdi. İş elbiseleri içinde daha da yakışıklı görünürdü. Mavi gözleri vardı. Trenin geleceği zamanlarda daireden çıkar, treni karşılardı. Ben uzaktan onu izlerdim. İşini öyle güzel yapardı ki… Tren gittikten sonra yanına giderdim. Beni hemen omzuna oturturdu. Çığlık atar gülerdim. Kollarımla başına sımsıkı sarılırdım. Çok severdim onu. Sonra o gitti, stajını tamamladı ve gitti.

Sevgi nesnesini kaybetme. Ardından yas dönemi. Eee?.. Karlar Kraliçesi de sanırım iki üç yıl sonra okundu. Nasıl da göz kırpıyor sevgili Freud yaşamlarımıza.  Sonrasını artık buna göre kurgulayabilir, öyküleştirebilirim.  Ama ben bugünün psikolojiyle anlatmak kurgulamak istiyorum.

İlk anım hangisi bilmiyorum. Sonraki anılarım istasyon peronunda yaşananlardır. Ardından bu bahçe de çocukluğumda yer aldı. Ve yeni başladığım okul hayatım.

Okula başlamak demek birisinin beni terk etmesi demekti. Bize bakan Elif abla ben okula başlayacağım için işi bırakıyordu. Trene bindi, ağlıyordum. Gitmemesini söylüyordum. Keşke okumayı yazmayı öğretmeseydi. Okula gitmek istemiyorum. Gitmeyeceğim. Geri dön…

O yıl okumayı yazmayı öğrendiğim için okula ikinci sınıftan başladım. Güzeldi. Çeşme başında su savaşlarını başlatıyordum. Çiçek tarhlarının üzerinden atlardım. Ne günlerdi. Dayağımı yerdim ama yaramazlığımı da yapardım. Sonra neden yaramazlığı bıraktım anımsamıyorum. Keşke bırakmasaydım. Keşke haydi biraz yaramazlık yap deselerdi. Kız öğrencilerimi şımartmak için elimden geleni yaptım, yaramazlık yapmalarını istedim. Onlar da ilkokul son sınıfta öyle sessizleşiyorlardı ki…  Hiçbir şey yapamamıştım. Kız öğrencilere öncelik tanısam da sessizliği engelleyemedim. Erkek öğrenciler de bu yaşlarda alabildiğine yaramazlaşıyorlardı. Dengeyi sağlayamadım. Bütün eşitsizliğin temeli sanki bu yaş sınırında atılıyordu. Kızlar ne kadar içe dönükse, erkekler de o kadar dışa dönük oluyordu.

Yazmayı öğretmek için önce kendin yazmalısın. Yazmayı çocuklara öğretmek için yazmayı öğrenecektim ama bunu onlarla birlikte sınıfta öğrenmeye çalıştım. Yazdığım yazıları öğretmen arkadaşlara okutuyorum. Hep böyle giderken sonunda elimde kağıt beni görenler başlarını çeviriyorlar. Tamam sorun değil okumasınlar. Ama neden benimle konuşmuyorlar, başlarını çeviriyorlar? “Çünkü idarenin yapması gerekenleri sen yapıyorsun.”

İşimi yapıyorum. Dersleri uyguluyorum. Matematik, Türkçe, Hayat Bilgisi, Resim, Müzik… Yaptıklarım…

Bana ne yaptığımı düşündüklerini açıklayan arkadaşım bir gün sınıf kapımı çaldı. Bunun öyküsünü yazmıştım. Bulamayacağımdan eminim. 19 Mayıs törenlerine hazırlık yaparken, ortaokul öğrencisi kuleden düşüyor ve kolunu kırıyor. Birlikte hastaneye gidiyoruz. Özel bir hastaneye… Para veremediğimiz için tedavi yapmadıkları gibi röntgen de çekmiyorlar. Okul müdürünü arıyor arkadaşım. Para hiç yok. Arkadaşım bana bakıyor. Ben ödeme yapabilirim. Ne yapalım, diye soruyor. Bilmiyorum, diyorum. Okula dönüyoruz. Arkadaşım arabadan inip okula giriyor. Çocuk arabadan inmemek için direniyor. Sınıfa çıkıyorum. Son ders zili çalıyor. Çocuklar evlerine dağılıyor. Arabaya dönüyorum. Çocuğu evinin önüne kadar götürüyorum. Arabadan yine inmiyor. Babam beni dövecek. Arabadan iniyorum. Babasının yanına gidip durumu anlatıyorum. Ben ne yapacağım şimdi? Bilmiyorum nereye gidilir. Arabaya babasını da alıyorum ve gizli gizli ara yollardan okuldan görülmeyeceğim yollardan otobana çıkıyorum. Kadıköy’e geliyoruz. Numune Hastanesine giriyoruz. Film çekiliyor. Sonra da kolunu alçıya alıyorlar. Çok geç kaldım eve. Korkuyorum. Öğretmenim içeride dediler ki annene söyle şu kağıdı imzalatsın. Her şey tamam. Onlar otobüse binip dönecekler. Ben de eve gidiyorum. Sen bu saate kadar nerelerdeydin? Neden haber vermiyorsun? Oğlum beni bekliyordu oysa. Bazı şeyler bedel ödemeyi gerektirir.

İlk yazı atölyesine başladığımda yıl 2002 olmalı. Yani ilk kitabım basılmıştı. İkinci çocuk kitabım da basım aşamasındaydı. Mukaddes Hanım çok beğenmişti ama ben neden beğendiğini anlamıyordum. Sıradan bir öyküydü beni anlatan. Oğlumun gördüğünü yazdığı şiir de yer almıştı kitapta. Bu benim yolculuğumdu. “Ne anlatıyor?” diye sordum. “Benimle dalga mı geçiyorsun?” dedi.

Ben yalnızca çocuk öyküleri yazmak istemiyordum. Burada yaşadıklarımızı çocukların yazamadıklarını yazmak istiyordum. Birkaç öykümü atölye hocam beğendi. Sevgili hocam Feyza Hanım. Tahtaya bir buz dağı çiziyor. Gördüklerimiz suyun üstünde gördüklerimiz ama suyun altındakini de görmek gerekiyor. Ben yalnızca görmek değil, anlatmak istiyorum. Her şey açık olmalı. Anlaşılır olmalı. Böyle düşündükçe daha da karmaşıklaşıyor öykülerim. Yazılarım çözümlemelerin dışına çıkmıyor, suyun altından uzanamıyor başım yukarı, boğuluyorum. Boğuluyorum.

İlk çalıştığım okulda herkese verildiği gibi bir sınıf verilseydi bugün başka olur muydu? İki yıl özel öğrencilerle çalışmak beni yıprattı mı? Abdullah’ta profesör duruşu vardı. Okusaydı eğer… Bir başkası okula zaman zaman gelmiyordu, gelmediği günler ayakkabı boyacılığı yapıyormuş.

Rehber öğretmenimiz yoktu. Ben son yılımı çalışırken geldi. Gördükleri karşısında çok şaşırmış, öyle söyledi. “Çocuklar öğretmenlerine benziyor.” Öyle olması çok doğaldı. Adı İstanbul olan ama İstanbul olmayan bir yerde hiçbir şey görmeden yaşıyorlardı. Otobüsü bile kırk beş dakika aralarla geçerdi. Dolmuş yoktu. Şile yolunun üzerindeydi. Uzaktı. Değil denizi görmek, İstanbul’u görmek bile olanaksızdı.

Yazın, diyorum mezun ettiğim öğrencilerime. Yazın. Onların yazacaklarını ben yazamam. Herkes yaşadığını bilir. Gerisi kurgudur. Dil bile başkadır. Recep! Nasıl da farklıydı dili. Onu da atölyeye yazdırdım. Atölyede yazdığım yazıyı okurken onun yanında çok utandım. O da yazdığını okudu. Şu anda kelimeleri bulmam bile olanaksız. Lakapları olan insanlar, kamyon şoförleri, kadınlar, çocuklar… Onun öğretmeniyim ama  bilmediğim bir dünyada yaşıyor o. Recep iki dersten sonra gelmiyor. Okuma hızın ilerler, insanları tanırsın, gel, diyorum. Gelmiyor.  Beni her yıl arayan sadece o oldu. Son on yıldır da aramıyor. Çalışkan değildi. Ama liseyi bitirdi. Sonra gençlik kollarında çalıştı ve sonra da belediyede işe girdi. Beni de aramadı bir daha.

Recep kardeşleri içinde okuyan tek çocuktu belki de. Özel hayatından bazen konuşurdu. Annesiyle babasının kavgalarını anlatırdı. Annesi, babasının karşısında dik duran bir kadındı, gerektiğinde eline bıçağı alıyordu… “Sakın bir şey olmasın!” “Olmaz hocam merak etmeyin.” Onlar hep öyleydi.

Başkalarının dünyalarına nasıl da girivermiştim yazıyla. Ama benim bildiğim gibi değildi gerçekler. Görünenler de benim seslendirdiğim gibi değildi. Başkalarını anlatmak için anlamak…

Çocukların yaşadıklarını yazmadım yıllarca. Onlara bıraktığım bir sandık olacaktı ve kendi düşlerine göre aradıklarını bulacaklardı. Olmadı, böyle olmadı. Unuttular. Neden mutlu olduklarını söylediklerinde aldıkları hediyeler ön plan da mı oluyordu ne. Şimdi o yıllara ait öykü çalışmalarımı açıp okusam… Hayır okumayacağım. İstemiyorum. Geçmiş bugün benim anımsadığım gibi kalsın istiyorum.

Okula başladığım yıl ikinci sınıftan başlamıştım. Okula alışmam kolay olmuştu. Annem benim öğretmenimdi. Karnedeki beslenme notum hep dört oldu, evde soğan yemediğim için. Öğretmenim başkası olsaydı demek ki beş olurdu. Her şeyin temelini öğretmenim atıyor. Yani annem. Benim neyi yapabileceğimi ve yapamayacağımı biliyor. Yapabildiğinin en iyisini yap, diyor. İdealist bir kuşağın kadını. Ya ben?.. İnandım mı? İnandım elbet. Bugün bana ilkokul birinci sınıftaki bir fişimizi anımsattı. “Oku oku adam ol.” Kahkahalarla güldük.

Yaramazlık yapmayı severdim. Dördüncü sınıftan sonra… Artık yaramazlık nedir bilmiyorum. Okul bandosunda trampet çalıyorum, halk oyunları ekibindeyim, piyeslerde rol alıyorum, törenlerde şiirler okuyorum… Nasıl geçiyor beş yıl, anlamıyorum. Ortaokula başlıyorum. Okulumuz aynı okul. Her derse bir öğretmen giriyor. Türkçe öğretmenime hayranım. Bugün de öyle. Geçen günlerde evinde ziyaret ettim. Bir başka kuşağın kadını öğretmenim. İsteyen yolunu buluyor, herkes yaşayarak öğrenecek, diye düşünüyor. Benim için okulda ayrıcalıklı yeni bir dönem başlıyor. Güzel bir haber var. Kardeşim doğuyor. Derken öğretmen çocuğu olarak üç yıl sürecek eğitim dönemi başlıyor.

Soğuk ve mesafeli duruyor gibiyim  geçmişe. Ama samimiyetimden bir şey kaybetmedim.

Kardeşim aradı. Pazartesi günü okula gideceklermiş. Hastanenin maskelerini dikecekler. Ben de yardım edeyim mi? Gerek olmadığını söyledi. Dışarıdan alınacak bir şey var mı? Yok, dedim. Evde her şey var. Evde oturmaya alışkınım. Çünkü evde oturmayı, okumayı, yazmayı çok özledim. Üçüncü yılındayım bu keyfimin. Henüz sıkılmadım.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*