GÜNLÜKLER -111-


GÜNLÜKLER -111-

14 Şubat 2019

DÜNYA ÖYKÜ GÜNÜ

Yalnızca yazılan hikâyeler mi var hayatımızda? Elbette değil. Her gün sonunda başkalarına, kendimize anlattığımız onca hikâyeye ne olacak? Yok olacak. Yazı kalacak, değişmeyecek. Söz ise bir sonraki sözde farklı olacak ve yaşayıp çoğalacak bir insan ömrü gibi. Bugün de söz karmakarışıktı. Ayıklanması gereken öyle çok söz vardı ki, gel  yaz ve değiştirmeden bırak, dedim kendi kendime. Bütün olayları sil at. Huzurlu bir gün sonu düşsün kâğıda.

Bugün gün ağarırken kalktım. Bir buçuk yılın ardından çocuklarla buluşmam vardı ve ben ne yapacağımı bilmiyordum. Susacak, onları konuşturacaktım. Yorulmuş olacaktım. Emo kapıda anahtarın dönmesiyle kapıya gelecek, benim girişimi izleyecekti. Karnı acıkmış. Yazarken nasıl da evcimen bir kediyi canlandırıyorum. Ben nereden bilebilirim onun dünyasını?

Kitap okuyacaktım. Öyle de yaptım. Aylak Adam’ı okumaya başladım. Daha önce okumuştum. Ama unutmuşum. Kitapta altını çizdiğim cümleleri okudum, neden çizdiğimi anlayamadım. Portakal suyu, pastane… Hiç de yabancısı olmadığım aynı sayfaya giren iki kelime. Daha önce okunduğu anlıyorum şimdi. İki kelimeden yeni bir hikâye yazmaya çalıştığımı. Oysa birkaç defa okumam yeterli gelebilir ve bir başka hikâyeye çoktan geçmiş olunabilirdi. Güzel bir eleştiri vardı kitapta. Kadınlar. Hep aynı yaşamlar. Erkekler. Hep aynı yaşamlar.

Bugün çocuklara öyküler, masallar  anlattım. Yazıya döksem değişeceklerdi. Yazmadım. Bir sonraya bıraktım. Kendim için şimdiki zamanı anlatan yeni öyküler anlatmanın zamanıydı. Yazmalıydım ki başka öykülere yol açılsın. Şarkı söylemek gibi değildi öykü  yazmak. Şarkı söylemenin ötesindeydi. Yolu elbette şiirlerden şarkılardan uzanıyordu. Sonra kendi yolunu buluyor, kendi ezgisinde kendi sözleriyle sürüyordu. Sözün bittiği yazının başladığı yer. Yazar gibi konuşulduğu, konuşulmadığında ise susulduğu bir zaman dilimiydi. Çocuklar için alıştım anlatmayı ama yazmak… Çocuklara anlattığım ve yazdığım öyküler masallar öyle sıradan ve günlük hayatın içindeki. Biraz olsun eğlendirecek, heyecanlandıracak olaylar maceralar hiç anlatmayacak mıyım? Anlatmayacağım işte. Şimdilik anlatmayacağım. Bizim çocuklar çok ağlıyorlar gerçek hayatta. Ağlayarak yaptırıyorlar her şeyi. Belki bu ömür boyu sürüyordur. Yeni kuşakların yetişkin olduklarında nasıl hayatlar yaşayacağını hayal edemiyorum. Her günleri başkalarıyla mücadele içinde mi geçecek? Rekabet, şiddet, kırıklık, döküklük… Çocukluklarında olsun bir parça huzur olsun istemişim, eğlence, gülmek. Kurdukları oyunların dışında bir oyun, birlikte  el ele olabildikleri bir çember. Bugün bir çember oldular, el eleydiler. Uyduruk da bir masal öykü anlattım. Hayvanları anlattım; kedi, köpek, hamster, şempanze, yılan, koyun, martı, ağustosböceği… Bir adaya yüzdüler, birlikte adaya çıktılar ve ne yazık ki televizyondaki ada yarışmaları oynamaya başladılar. Uzaklarından geçen vapura aldırmadılar. Vapur sesini çıkaramadılar. Küçük kız yere oturdu. Yerden kaldırmadım. İstedim ki kendisi kalksın. Kalkmadı. Öğretmeni kaldırdı sonunda. Üzüldüm. Belki de beklememeli,  bir oyun kurmalıydım. Dikkat çekmeye çalışan çocuklar öyle çoktu ki ona sıra gelmedi.

Aklımda yabancı küçük çocuk. Teknedeyiz. Birlikte ayaklarımızı sallamışız kemerelerden aşağıya, kıyıları, denizi seyrediyoruz. Hiç ağladığını sesini yükselttiği olmamıştı. Benim gibi sessizce oturuyordu. Birbirimizle konuşamazdık, dillerimiz farklıydı ama anlaşabiliyorduk. Bir şey olur da düşer diye ellerim belinde hafifçe tutuyordum. Bunun için ailesinden izin almıştım, yani ona dokunabilme iznini almıştım, yoksa onunla birlikte orada oturamazdım, korkardım bir şey olursa diye. Ne kadar sakindi, ailesi büyükannesi ve dedesi ne kadar sakindi. Sorular soruyor, sorularına yanıtlar veriyorlardı. O sakinliği, dinginliği anlatabilmeyi, öyküsünü yazabilmeyi çok istedim. Bizim ülkemizde bu öykü değil, olsa olsa masal olabilirdi. Çeviri edebiyat eserlerinin yerini şimdi anlıyorum. Yıllar sonra mı? Öyleymiş demek ki.

En büyük hayalim bir gün sabah uçağıyla Paris’e gitmek, akşam yemeğinde et ve şarap içip uçakla geri dönmekti. Bu hayalim gerçek olalı üç yıl oldu. Paris’e bir daha gitmeyi hiç düşünmedim. Prag, Roma için de öyle. Amsterdam’ı sevdim ama. Yeniden gitmek isteyebilirim. Orada el ele tutuşan birbirlerine sarılan gençleri görünce ve onların Türkçe konuştuklarını duyunca çok şaşırmıştım.

Sevmeyi, birlikte yaşamayı, özgürlüğün ne olduğunu hiç öğretmemişler bize. Özgürlük sanırım yalnızca erkeklere tanınan bir ayrıcalık burada. Kadına da boşuna çırpınışlar düşmüş. Bunlar yazıyla kâğıda düşünce… Şiirler, öyküler yazan kadınlar. Mektuplarını her yaşta  gizli gizli yazıp postalamayan kadınlar. Gizli günlükler. Her yazıda kadın arkadaşlarına anlattıklarından da az olan, sadece düşülmüş notlar. Erkeklerin kadınları daha iyi anlatabileceklerine inanıyorum. Çünkü ellerindeki bilgiler gerçeklerin hepsini kapsamıyor. Her şeyi bildiklerini düşünüyorlar. Benim kediyi, yukayı, martıyı bildiğim gibi.

Kedi. Evin reisi işte, diyerek başlayabilirdim ve bu kediye yapacağım en büyük haksızlık olacaktı. Belki bir köle olarak anlatacaktım onu. Emo ya da Eme işte.

Bu yaşımda yazacaklarım, bu yaşımla kalacak. Keşke çok önce yazıyor olsaydım. Bu gece bir öykü yazmış olurdum. Hem de sakin, dingin bir öykü. Durum öyküleri. Masal denilecek öyküler. Özgür olmak için…

Öykülere saklamalı bazı cümleleri. Geçiniz.

Bugün kadınlara selam olsun. Güzel bir gün. Yağışlı. Yürüyüşe uygun. Şemsiyesiz.

Günaydın.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*