GÜNLÜKLER – 11 Mart 2020

GÜNLÜKLER – 11 Mart 2020

Mutfak alışverişi için dışarı çıkacaktım. Çıkmadım. Yarın çıktığımda rafların boş olma olasılığı çok fazla. Evde yiyecek bir şeyler yok. Çünkü iki ay önce gideceğim yerde uzun süre kalacağımı düşünerek hepsini dağıtmıştım. Bir haftadır buradayım ve alışverişi sürekli erteliyorum.

Masanın üzerinde giderken bıraktığım kitapları kaldırmadım. Kaldığım yerden okumaya devam edecektim. Hangisini elime aldıysam yarım kaldı. Ne yapmak istediğimi bilmiyorum. Masanın üzerine yeni kitaplar yerlerini aldı. Şu anda hiçbirine gereksinmem yok. Öğrenmek istediğim bir şey yok. Belki okumadan da yaşayabilirim. Yazmadan da yaşayabilir miyim bilmiyorum. Çünkü kendimi bildim bileli yazıyorum. Defterler dolusu yazılar var. Daktiloda yazılmış yazılar… Bilgisayarım olduktan sonra da her şey için ayrı bir dosya açmışım. Önceleri geçmişi merak edip yazılarımı okurdum. Sonra bundan da vazgeçtim. Sadece yazdım.

Bugünlerde olanları izlemekle yetiniyorum. Üç hafta burada kalacağım. Her zamanki gibi bilinmeyen bir tarihe ertelenmiş bir hayat.

Evde, 90’lı yıllardan bugüne kalan bir şey yok. Belki fotoğraf albümünü açsam birkaç kare bulabilirim. Diğer evle ilgili anılar canlanabilir. Albümü açmadığıma göre anıları ben çağırabilirim.

1990’nın Nisan ayında Ankara’ya gitmiştim. Diplomamı alacak ve sevgilimi görecektim. Evi, apartmanın bodrum katında tek odaydı. Bir kişinin girebileceği büyüklükte bir de mutfağı vardı. Burası, oda yapılmadan önce odunluk olarak kullanılıyormuş. Fiyatı uygundu. Bir kişiye de yetiyordu.

O beni karşıladı. Evde misafirlerinin olduğunu söyledi. Herkesi tanıyorum. Onları görmek istiyorum. Birlikte eve gittik. Dört erkek bir de ben varım evde. Yavaş yavaş herkesin uykusu gelmeye başladı. Herkes birbirine bakıyor. Abisi,  hemen bu akşam İstanbul’a gitmemizi ve iş başvurusu yapmamızı önerdi. Biz de yatalım artık, dedi. Kararımızı söylemeden elini cüzdanına attı ve bir miktar para uzattı. “Bu size yeter.” İstanbul yolculuğumuz böyle başladı. O akşam son otobüse bilet aldık ve İstanbul’da ne yapacağımızı düşündük. Benim için bir iş görüşmesi yapacak, sonra da biraz dolaşacak akşam otobüsüyle de Ankara’ya geri dönecektik. Elimde bir küçük poşet içinde bir takım elbise var. İzmir’den geldiğim gibi yani her şeyim bu kadar. Onun da yanında bir yedek giyeceği var. Bir sevda masalının böyle başlayacağını söyleselerdi inanmazdım.  Şimdi de inanamıyor, doğru anımsadığımdan şüphe duyuyorum.

Sabaha karşı otogarda indik. Belediye otobüsüne bindik ve Nişantaşı’na gittik. İş başvurusu yapacağım yere geldik ama saat çok erkendi ve henüz iş yeri açılmamıştı. Sağ tarafta apartmanın altında pastane vardı, oraya oturduk ve beklemeye başladık.

İş yerine girenleri izliyoruz. Saat ilerliyor ve sonunda ben de içeri giriyorum. O benimle içeri girmiyor. Yalnız görüşme yapmam gerekiyor. Beni karşılayan çalışana iş görüşmesi için geldiğimi söylüyorum. Bekletiyorlar. Sonra büyük bir odaya alıyorlar beni. Patron çok yoğun. İki duvarda da raflar var ve kitaplar dizilmiş. İmrenerek kitaplara bakıyorum. Belki ben de bunlardan birkaçını okuyacağım. Sonunda konuşma gerçekleşiyor. Yarın işe başlayabilirmişim. Ama önlüğüm yok! Gülümsüyor, yarın önlük verecekler.

Dışarı çıktığımda beni bekliyor. Ne olduğunu sormadan ben söylüyorum. Haber çok güzel. “Yarın işe başlıyorum!” sevinçliyim. Mezun olduktan sonra çok iş başvurusu yapmıştım ama olumlu sonuçlanmamıştı. Dokuz ay sonra nihayet bir işim oldu. “Nerede kalmayı düşünüyorsun? Kalacak yerimiz yok!” O, gerçekleri böyle yüzüme vuruyor. Kardeşimi arayacağım.

Kardeşim bir adres veriyor, bu akşam için kalacak yerimiz var. Ama sonrası belli değil. Akşam olmasını bekliyoruz. Bekliyoruz ki herkes işten çıksın evine dönsün. Hava karardıktan sonra adrese gidiyoruz. Güzel bir çift karşılıyor bizi. Valiziniz yok mu, diye soruyorlar. Yok. Gezmeye gelmiştik, daha doğrusu iş başvurusu yapacaktık. Her şey çok hızlı gelişti. Yemek yiyoruz, yataklar hazırlanıyor. Sabah erkenden evden çıkıyoruz.   Akşam iş çıkışında yine kardeşimi arıyorum. Bu gece nerede kalacağız?

Kardeşimin nişanlısı Bahçelievler’de tek başına kalıyor. Adrese gidiyoruz. O günden sonra iki ay aynı yerde kalacağız. Onun işten çıkışını sokaklarda, pastanelerde bekleyeceğiz. O gelecek ve biz de onunla birlikte eve gireceğiz. Günler yorgun ve tek düze geçmeye başlıyor. Başımızı sokacak bir evimiz olmalı.

Patron nerede kaldığımızı sorunca açıklıyorum. Bana para veriyor ve ev aramam için de bir gün izinli sayıyor. Kozyatağı ya da Koşuyolu’nda bakın, diyor.

Kozyatağı’ndayız. Emlakçıları dolaşıyoruz. Dairelerin kiraları, aldığım aylığın yarısı yapıyor. Sonra o da işe girince rahat edeceğiz. Bir ev kiralıyoruz, içinde oturan gençler bizden emlakçı parası istiyor. Başka türlü ev kiralayamazmışız, çünkü evli değilmişiz.

Ev tutuldu. Patronum para verdi. Bir koltuk aldık. Bir çarşaf da perde işini gördü. Memlekete gittim. Bir valiz dolusu eşyalarımdan getirdim. Bir halı, bir pasta tabağı takımı, perde, bir çatak bir kaşık… Bir süre getirdiğim eşyalarla idare ettik. Pasta tabaklarında tek kaşıkla nasıl çorba içilirse öyle oldu işte. Sonra o Ankara’ya gitti. Ankara’daki evden tabak çanak, tüp, battaniye geldi ama kitaplar yok, kitaplar bulunamadı.

İş hayatım uzun sürmedi. Babam geldi ve şefimle görüştü. Özel şirkette çalışanlar birbirlerinin maaşlarını bilmezler. Kimse de söylemez. Babam aldığım ücreti ve yardımları söyleyince şefim birden değişti ve beni işten attırdı. Ya o ya da ben! Ben de bir başka şubeye geçtim. İstanbul’da kalmaya kararlıydım. İstanbul Masalı’nı sonuna kadar yaşayacaktım.

Yazmaya ara verdim. Geçmişi neden anımsadığımı bilmiyorum. Yazmak istediğimden de emin değilim. Bugün hava güzeldi ama ben dışarı çıkmadım. Bir dostum yarınki buluşmamızı ertelememizi istedi. Bana hastalık bulaştırmak istemiyor. İyi sigara içici olduğumdan hastalığımın ağır seyredeceğinden endişe duyuyor. Daha önce zatürreden yatmıştım zaten. Çok değil sekiz yıl önce. Gerçi biraz yaş aldım, bu durumda hastalık ağır seyredebilir.

Şimdi oturduğum evin çok yakınında eski evim. Önümüzdeki apartman olmasa görebilirim. Bu eve taşınalı sekiz yıl olmuş.  Eski evden ve  anılardan uzaklaşmak beni duygulandırmıştı. Önceki yıllarda bu apartmanlara bakar burada evim olmasını istermişim. Bu nedenle ilk eşim bana bu evi aldı.  Güzel bir daire. Sabah akşam güneş giriyor içeri. Yuka güneşi çok sevdi. Bu yıl da çiçek verdi. Eski evimdeki yuka hiç çiçek vermemişti. O yalnızca hayatta kalmak için mücadele ediyordu. Yukaların çiçek açtığına bile inanmazdım. Yirmi yıl birlikte geçmişti.  Salona güneş girmez, gündüz bile elektrikleri açardım.

Bir evimiz olduğu için mutluydum. O henüz iş bulamamıştı. Bir yılın sonunda o da işe başladı. Evsizliğin ne olduğunu bildiğimden, evimiz hiç boş kalmadı. Yeni iş yerimdeki şefim Otel Lale diyordu. Otel Lale bu gece dolu. Şefim bazı akşamlar bize gelirdi, elinde bir kadeh takımı ve bir de şarapla. Yıllar sonra henüz ilk eşimden ayrılmamıştık, siz ne zaman boşanıyorsunuz, demişti. Geçti, artık her şey için çok geç, demiştim. Ne de olsa birbirimize  alışmıştık ve ayda bir tartışıyorduk. İşlerimizi ayırmıştık. Yani artık tek iş yapıyordum.

Saat gecenin üçü. Telefonum çaldı. Arayan o yani ilk eşim. Emo’yu istiyorsam getirebileceğini söylüyor. Üç hafta sonra gideceğim. Yani istemiyor musun? İstiyorum ama sonra sana kalacak. Olsun, dedi. Çay suyu koydum. Çayı demlemiştim ki zil çaldı. Kutuyu ben açtım, Emo’yu kucakladım. Kucaklanmayı oldum olası sevmez, kurtuldu kollarımın arasından.

Ona çay koydum. Fazla kalmayacakmış. İkimiz de yüzümüzde gençliğimize dair izler taşımıyoruz. Sadece yüreğimizde kalan. Evde yiyecek olmadığını söyledim, marketler boşalmış. Yenisi gelir dedi. Evde nohut ve fasulye dışında bir şey yok.

O gittikten sonra Emo ile ilgilendim. Zayıflamıştı. Yüzünde sadece gözleri kalmıştı. Ona aramızda gizli kalan bir anlaşmaya göre süt verdim. Evet hatırladı bunu ve iştahla yaladı sütü ve bir damla bile tabağında bırakmadı.

Gece kuşlar ötmez diyordum ama bu kargalar için pek geçerli değil. Saat beşe geliyor ve bir karga sesi sessizliği bozuyor.

Bir ara yeni başlamışken yazmayı bırakmaya karar verdim. Başka şeyler yazabilirdim. Bir düş olabilirdi, bir çocuk masalı ya da  öyküsü. Neden hâlâ yazıyorum? Neden yazmaya devam ettiğimi düşündüm. Bu masala son vermek için olmalı. Bir daha asla düşünmemeliyim. Hep ileri bakmalıyım. Her ne kadar benim için ileri diye bir şey kalmamış olsa da… Anımsadıklarımdan çok anımsamak istediklerim önemli. Otuz yıl öyle ya da böyle geçip gitti. Şimdi bu kentten ayrılma zamanı.  Yeni bir başlangıç için değil de gitmem gerektiği için…

Emo mamasını yiyor. Onu getirdiğinde aç olduğunu söylemişti zaten. Seslenince bana karşılık veriyor ama özgüveni kalmamış. Bir yabancı gibi ses veriyor, kırgın, üzgün… İki ay ayrı kalmamız benim için önemli bir zaman dilimi olmayabilir ama onun için iki ay iki yıl demek. Yaşlanmış mı? Gözlerinin parlaklığı canlılığı kaybolmuş.

Evimizin büyük bir balkonu vardı. Balkonun önündeki kocaman çam ağacı beni hayata bağlıyordu. Apartmanların arasında kalmayı başarabilmiş tek tük ağaçlardan biri. Kargalar seviyordu onu. Kargaları seviyordum. Bir gün ağacın dalında bacaklarından asılı kalmış kargayı görünce öyle çok ağladım ki. O ipi dışarı atanlara lanetler okudum. Öylece asılı kaldı karga. Bu nedenle ağaca bakamaz oldum. Arka odalarımıza güneş girerdi üstelik arka taraf bahçeydi. Ağaçlar yeni dikilmişlerdi. Onlar büyüyecek ve kuşlara yuva olacaktı. O yılları görebileceğimi hiç düşünmemiştim. Çünkü bir şekilde evimizi değiştirebilirdik. Başka eve taşınmayı istiyordum. Güneşi özlüyordum. Salonu ve mutfağı  güneş alan bir ev olmalıydı. Sürekli depresyondaydım ve depresyondan çıktığımı hiç hatırlamıyorum.

Bir gün onun yurtdışında çalışan arkadaşı geldi. Ne zaman evleneceğimizi sordu. Paramız yok, dedik ve o da bize borç para vereceğini söyledi. İşte böylece evlilik hayatına adım atmaya karar verdik. Artık o da işe başlamıştı. Ev eşyası bile henüz almamıştık. Böylece ev eşyası almak için mağazaları dolaştık. Harika bir salon takımı beğendim. Fakat başka bir şey alamayacaktık. Yatak odası için kalan paramız çok azdı. Birkaç parçasını sonra alacaktık. Annemler eve geldiğinde eşyalar yerleşmişti. Annem yatak odasına geçti ve yatağın döşeği olmadığını görünce nerede yatacağımızı sordu. Daha sonra alacağız dedim. Sonunda annem aldı.

Düğün günü alt kattaki kuaförde saçlarımı yaptırdım. Makyajımı da yaptılar. Evin kapısından gelinliğimle çıkarken karşı dairenin kapısı açıldı, kadın iki çocuğu ile birlikte bana baktı. “Siz evli değil miydiniz?” diye sordu ve çocukları hemen içeri aldı. “Evleniyoruz,” dedim. Zaman zaman kapıda karşılaştıkça konuşurduk. Bize evli olup olmadığımızı hiç sormamıştı ki.

O uçağının saat yedide olduğunu söylemişti. Memlekete gidecek, abisinin ölüm yıldönümü. Seni çok seviyordu, demişti. Ben de “O benim ağabeyimdi,” karşılığını vermiştim. Bana gerçek abilik yapmıştı. Öğretmenlik mesleğine başladıktan sonra eğitim üzerine konuşurduk sürekli. İnançları vardı, emek veriyordu. Her şey daha iyi gelecek içindi, gençler içindi. Benimse kafam karışık olurdu. Bunca yıl eğitimle bir şeyler yapılabilmiş değildi. Eğitimli insanlardan korkuyorlardı ama aslında bütün düzeni ayakta tutan ve çalışan da onlardı. Kendi yerimi alacak birilerini seçilmesine yardımcı oluyordum sadece. İyi kazanan, iyi çalışan, saygılı, eğitimli, kültürlü… Ya sonra?.. Benim gibi düşünmüyordu abim. Ben de zaman zaman yılgınlığa düşüyor, yaptığım işe bağlanabilmek için de ona inanmaya çalışıyordum. Çocuklara kitaplar taşıyordum. Büyüdüklerinde ne olacaklarını kestiremeden… Benim gibi olacaklarını bilsem, bir gün bile bu işi yapmazdım. Verilen eğitim öyle bir şeydi ki, büyüyünce ve kendini yetiştirince öğretilenlerin hepsini unutup yeni baştan öğrenmeye başlamak gerektirirdi. Bu da kolay bir şey değil.

Saat ilerliyor. Şu anda evden çıkmak için hazırlanıyor olmalı. O gidecek ve dönecek. Sonra ben gideceğim.

Filler öleceklerini anladıklarında giderlermiş.

Evlilik için aldığımız tarihi çok aramadık. Yirmi dokuz şubatı çok aramadım zaten boş gündü. Başka boş gün yoktu. Dört yılda bir evlilik yıldönümlerini kutlamak istemez kimse.

Nisan ayında onun memleketine gittik. Güzel bir yerdi. Dağlar, ormanlar… Baş döndürücülüğü yüksekliktendi. Yükseklik korkum vardı. Beni yamaca bıraksalar, yuvarlanarak aşağıya kadar giderdim.

Ben özel bir işte hekim olarak çalışıyordum. O da çalışıyordu. İşler yoluna girmişti. Taksitler ödeniyordu. Elimizde bir şey kalmasa da bize yetiyordu. İş yeri açma teklifi almasıyla her şey değişti. Daha doğrusu değişecekti. Kabul etmek istiyordu ama işinden ayrılmadan nasıl yürüteceğini düşünüyordu. Ben destek olamazdım çünkü çalışıyordum. Doktoram bitince de laboratuvar çalışmalarına devam edecektim. Teklifi kabul etti.

İş yeri için kredi çekmişti. Hiç kazancı yoktu ama geri ödemeleri yapmak zorundaydı. Doğum yapmama bir ay kamıştı. İşten çıkınca onun iş yerine geliyor ve onu bekliyordum. Beni yalnız bırakmak istemiyordu. Benim için çok yorucu oluyordu. Sonunda doğum iznim başladı. Rahatlayacağımı düşünmüştüm. İş yerinden çıkmıyordum bu da beni yoruyordu. Bir gün yaşlı bir kadının gözyaşlarına üzülüp doberman köpeğini beş günlüğüne bakmayı kabul etti. Yaşlı kadının cenazesi vardı ve köpeğini bırakacağı kimse yoktu, kimse ona bakmayı kabul etmiyordu. Yoo vahşi değildi, sadece oyuncuydu, şimdiye kadar hiç kimseye saldırmamıştı. Bu benim bir dobermanla ilk ve son yalnız kalışım olacaktı. Ona evde bakılacaktı ve ben de evde olacaktım. Dolaştırmak için geleceklerdi. Mutfaktan çıkmıyordum. Yerler taş olduğu için doberman  buz gibi yere basmak istemiyordu. Aralık ayıydı. Çılgınlar gibi odadan odaya koşuyor, yerdeki kilimleri topluyor, havlıyordu. Mutfaktan çıkmıyordum. Bu uzun sürmedi sonunda mutfağa yanıma gelmeye başladı. Karnımı kokluyordu. Bir can taşıdığımı anlamıştı. Ama bu onunla oynamamam anlamına gelmiyordu. Benimle oynamak istiyordu. Sonunda kendimi odaya kapatmak zorunda kaldım. Ağlıyordum. Dışarıda kalan doberman evi mahvetmişti. Salyalar, tüyler… Evin bütün temizliği ben yapmak zorundaydım. Doğum için bütün hazırlıklarımı yapmıştım oysa. Onca şey yeni baştan yıkacak, ev temizlenecekti. Eve gelen ilk köpek doberman değildi elbette. Küçük köpekler ya da yavru köpekler geliyordu. Ya pansiyon olarak kalıyorlardı ya da tedavi amaçlı. Bazen de tuvalet eğitimi almaları için bizde oluyordu. İlk köpeğimiz Yumoş oldu. Küçük sevimli bir köpekti. Bebeğimin odasına girer, emziği ağzına alıp eme eme yanımıza  gelirdi.

Yazmak bana gerçekten iyi geliyor. Daha önce bu kadar iyi gelmezdi. Daha çok üzülürdüm. Ağlardım. Şimdi ağlayacak bir şeyler yaşamadığım hatta hiçbir şey yapmadığım için yazarken ağlamıyorum. Depresyona da girmiyorum. Güneş var, yuka var, Emo var… Bütün gün salondayım. Kitaplar var…

Emo’yu sevmek için kalktım. Koltuğa geldi. Onu okşamama izin vermedi. Başımın etrafında dolanıp mırıltılar çıkarmaya başladı. Onu yatırdım, işte bu sırada elimi ısırmaya çalıştı. Onu bıraktım ve tekrar tutmak istediğimde bana tısladı. Yine de ceza vermeyeceğim. Ne ödül ne de ceza… Kucağıma almak için eğildiğim sırada boynuma patisiyle vurdu. Geri çekildim. Değişmişti. Acaba ben de ona göre değişmiş miydim? Onu rahat bıraktım. Bana olan güvenini kaybetmiş. Öyleyse o artık eğitimli bir kedi değil. Sokakta da kalsa  hayatına devam edebilir. Güvenini kaybetmeye görsün insan. İnsanlara göre güvenini kaybettikten sonra yaptıkların nankörlük.

Yatmak istemiyorum. Oturabildiğim kadar oturmak istiyorum. Yazmak istemiyorum ama başka yapacak işim yok. Yapacak işim olsaydı yazmazdım.

Doğumdan sonra bir ay daha evdeydim. Bebeğimi yalnız bırakmıyordum. Mutluydum. İşe başlayacağım zaman evde ona bakacak bir kadını gazete ilanından bulduk. Çok iyi bakıyordu. Güler yüzlü zayıf bir kadındı. Gülen yüzü insana güven veriyordu. O işten ayrıldıktan sonra bebeğimi kreşe vermek istedik. Henüz dokuz aylıktı, öyle çok üzülüyordum ki, ondan ayrılmak istemiyordum. Hamileliğimin ilk günlerinde kadın doğumcuya gittik. Doktorumun özellikle kadın olmasını istiyordum. Kadın doğumcuların yataklarını oldum olası itici bulurdum. İlk deneyimim gerçekten çok kötü oldu. Yatağa uzanıp bacaklarımı açamadım. Fırça yedim doktordan. Kocalarınıza açarsınız ama dedi ve ben neredeyse ağlayacaktım. Bir doktor olduğumu söyleyemedim. Bizi apartmanda kapıcı olduğumuzu düşünmüştü. Yanıldığını söyleyemedim. Her kadının böyle korkuları olabileceğini anlatmaya çalışmadım. Sonraki doktorumun erkek olmasını özellikle istedim. Hamileliğim süresince  beni takip edecek doktorumun doğumda da bulunmasını istiyordum. İkinci doktorum gerçekten de çok anlayışlıydı. Doğumda özellikle o bulundu. Sezaryen olmayacak, normal doğum yapacaktım. Kadınlar arasında konuşulan öyle çok korku sahneleri vardı ki inanmasam da korkuma engel olamıyordum. Hastaneye gittiğimizde korkuyordum. Kocalarına küfreden kadınları görünce kendimden korktum. Ben neler söyleyecektim. Hiçbir şey söylemedim. Bebeğimi ismiyle çağırarak kollarıma almak arzusuyla doğumu yaptım. Kendime geldiğimde kendimi koğuşta buldum. Sekiz yataklı bir odada. Bebeğimi kollarıma bıraktılar. Onu kokladım. Anne olmak böyle güzel bir duygu olmalıydı.

Bebeğim dokuz aylık olduğunda özel iş yerimden ayrıldım. Artık kendi işimize bebeğimi de götürüyordum. Bir gün bebek arabasıyla işe giderken siz evli değil miydiniz, diyen komşumla karşılaştım. Beni görünce çok şaşırdı ve seni tanıyamadım, dedi. İş yerinde çalışacak bir hekim uzun süre bulamadık. İş çok yorucuydu. Üç yıl çalıştık ve sonunda mesleğime dönmek üzere eğitimci olarak başvuru yaptım, ilk çalıştığım okula görevim çıktı. Bu dönem içinde annem ve ağabeyim bana destek oldular. Bu arada ben de eğitime karşı olan  kitaplar okudum. İdealist bir eğitimci olmak ile eğitimin verdiği zararlar arasında kalmıştım. Hatalı olduğumu ve gerçekten de eğitime karşı olmak gerektiğini çok sonra yaşayarak öğrendim. Kendi yaşam koşulları içinde şiddete karşı duruşumla çocuklarımın tırnaklarını söküyordum. Yaşadıkları gerçekliğe ters düşünüyorlar, kendilerini savunamıyorlardı. Onlara zarar veriyordum. Var olan sistemi tam olarak besliyordum. Okuldan ayrılmak zorunda kaldım. Tayin istemiştim. Çocuklara ben şiddet uygulamıyordum ama şiddete maruz kalmalarına da engel olamıyordum. Teneffüslerde sürekli peşlerinde dolaşıyordum. Yanlarında olduğum sürece sorun çıkmıyordu.

Bir gün üçüncü sınıf öğrencim bir başka sınıfa girmiş ve sınıfın öğretmenine panolarda resimleri beğenmediğini söylemiş. Bunu söyleme cesaretini benim vermiş olduğum düşünülüyordu. Sorumlusu bendim. Dördüncü sınıflarına da girdim. Tayinim mayıs ayında çıktı ve beni hemen yeni okuluma gönderdiler. Elbette görevden ayrılmam her zaman olduğu gibi karnelerin verilmesinden sonra olacaktı. Eski okuluma geri döndüm. Ağlıyordum. Sınıfa müdür yardımcısıyla birlikte girdim. Çocuklar öğretmeninizi çok sevdiğiniz için geri getirdik, der demez sesime engel olamadan ağlamaya başladım. Beni çocuklarımla birlikte bıraktılar. Çocuklar onları bıraktığımı düşündü hep. Gerçeği söyleme cesaretini hiç bulamadım. Onlara yazdırdığım küçük bir kitap bıraktım. Küçük ressamlar ve yazarlar, adını vermiştim dosyaya. Basımı için uğraşsam da basımını sağlayamadım. Bu arada elimde benim yazdığım birinci sınıflara uygun resimli bir kitap vardı. Çocuklara imzalayarak verdim.

İlk resimli kitabımın basımının da ayrı bir hikayesi vardı. Ağlayacak mıyım? Hayır.   Biraz ara vermek iyi gelecek. Bugün ağabeyimin ölüm yıldönümü, onu anmak istiyorum, zamansız ayrılışı benim için zor oldu. Onu kaybettiğimiz yıl emekli olmuştum. Ne onun ne de benim eğitim maceramız artık önemli değildi. Birlikte çalışma hayatımızı noktalamıştık.

Emo benden uzak duruyor. Belki kendi isteğiyle yanıma gelir.

 

 

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*