GÜNLÜKLER – 12 Mart 2020

GÜNLÜKLER – 12 Mart 2020

İstanbul’a dönmeyi istemiyordum. Çok kalmadan da döneceğim. Emo bugün daha iyi. Yanıma geldi, kendini sevdirdi. Şimdi her zamanki gibi dokunulmazlık koltuğunda oturmuş tüylerini temizliyor. Onu sevdikten sonra böyle yapıyor, karışmış tüylerini düzeltiyor. Ben de o temizliğini bitirdikten sonra yanına gidip tüylerini karıştırmaktan zevk alıyorum.

Hayvanları seviyordum ama bu demek değildi ki bütün hayvanlar benim. Maddi ve manevi güce sahip değilim. En çok korktuğum istifçi olmak. Hayatlarını sokak hayvanlarına adayan insanların yaşamlarına yakından tanıklık eden biri olarak bunu söylüyorum. Her şey onlara bakıyor, her gün kapı önüne bırakılan yeni bir yavru buluyorlar. Yardım eden kimse yok. Klinikte geç saatlerde gelirdi bu hayvan sahipleri. Getirdikleri hayvanlar ağır hasta olurdu. İnsanların sorgulayan bakışlarından kaçarlardı. Daha doğrusu benim tanıdıklarım böyleydi. Kimseden de yardım istemezlerdi. Yıllar içinde, senden bir çıkarı olmadığı sürece insanların arkadaş olmayacaklarını öğrenirlerdi. “Hiçbir şey istemiyorum. Tek istediğim kapımın önüne başka hayvan bırakmasınlar.”

Hayvanları sevdiğini söyleyen insanlar da olurdu. Sokak hayvanlarına bakacak birilerini hemen de tayin ederlerdi. Kendileri dışında herkes görev almalıydı.

“Mahallenizdeki hayvanlara bakmak sizin göreviniz. Sizin mesleğiniz bu.”

“Sizin mesleğiniz nedir?”

“Ressamım.”

“Öyleyse mahallenin bütün duvarlarını boyamak da sizin göreviniz.”

Emekli psikolog kadın sokak hayvanları için kitap yazmıştı. Çok umutluydu, sesine ses vereceklerini düşünüyordu. Kitap satışı kendi olanaklarıyla oldu. Klinikte de az sayıda okur buldu. İkinci kitabı yazmayı düşünüyordu ama yazmadı. Umudunu yitirdiğinde yorgun, kırgın, mutsuzdu. İlk eşimle birlikte evine gider ve sayıları otuzu aşan kedilerine bakım yapardık. Aşı, tedavi… Ben de yorulmuştum artık. Kendimi onlardan farklı görmüyordum. Tükendim. Hasta sayısı gittikçe artıyor klinikte. Asıl yoran yatışı yapılan hastalar. Ölümle yaşam arasında verdikleri mücadele. Kendilerini bana teslim edişleri. Yardım isteyen bakışlar… Terk edilmiş hayvanlar… Çalışma saatleri gittikçe uzuyor. Şekerli çay açlığı bastırıyor, iyi geliyor. Gece yarısından sonra mutfağa gir, on dakikada yemek yap, ye ve yat. Sabah iş yerini aç. Öğleye doğru taksiyle okula git. Akşam okul çıkışı koş otobüse yetiş, kreşten bebeğimi al, iş yerine geç…

Hayvan sahipleri artık benim okul hikayelerimi dinliyordu. Çocukları anlatıyorum onlara. Yokluğu… Eğitim için ayıracakları bütçeyi ev yaptırmak için kullanmalarını… Okulu bırakacak, istifa edecektim. Sadece inat yüzünden kaldım bu meslekte. “Ben başkaları gibi kaçmayacağım! Kaçmayacağım!” Kadın öğretmen ağlıyordu pencere önünde. Elinden bir şey gelmiyordu ve torpilli olarak başka bir okula tayin istemişti. Elinde dolarlar vardı. Yüzlük dolarlar. Yardım amaçlı verilecek para. Para vermek sorun değildi ki. Eğitim gerekliydi, kızların ekonomik özgürlüklerini kazanmaları gerekliydi. Okul binasının yenilenmesi… Kütüphanenin açılması… Ailelerin desteği… Parçalanmış ailelerin birleştirilmesi… Bütün bunlar için zaman tanımak gerekirdi. Yavaş yavaş…

Yavaş yavaş makaleler yazmaya başlamıştım. Yayımlatmak amaçlı değildi yazı çalışmalarım. Eğitim üzerine düşünmekti. Benim çocukluğumda okuduğum okullar saray yavrusu kalırdı bu okulun yanında. Ya da ben böyle anımsıyorum, merdivenler, koridorlar, bahçedeki ağaçlar, çiçekler… Su savaşları yaptığımız büyük çeşme… Yüz yıllık koca çınar ağacının gölgesindeydik. “Sen okursun, senin annen öğretmen.” Arkadaşım bunu söylediğinde dördüncü sınıfa gidiyorduk, o zaman çocuksu yeminler mi etmiştim ne? Okuması için annesinin, babasının bir mesleği olması gerekmiyordu.

Çocukluğum büyük bahçe içinde mutlu geçiyordu. Ne olacağım diye düşünmeye henüz başlamamıştım. Bildiğim tek şey okuyacağımdı. Sonuna kadar okuyacaktım.

Eğitimci olarak göreve başladıktan dört ay sonra doktora tezimi verdim. Sonunda doktor olmuştum. O akşam hocalarımı yemeğe davet ettim. Kumkapı’da güzel bir yerde yemek yedik. Hocalarım yaşadıkları sıkıntıları anlattığında kendi işimi daha iyi buldum. Her şeyi ben yapıyordum, her şeyden sadece ben sorumluydum. Kimseden bir şey beklemiyordum. Para, kitap, defter, kalem ve daha birçok şeye sahiptim. Çünkü klinikteki arkadaşlarım bu konularda beni destekliyorlardı. Bir gün kadın iş verenden çocuklara ayakkabı için yardım parası aldım. Oğlumla birlikte gittik Yeşil Kundura’ya. Yeşil Kundura’da indirim vardı ve bu ayakkabılar kardeşlere de kalacaktı. Oğluma da bir bot alacaktım. Bu arada kendime bir çorap aldım. Sonra ona tembihledim, sakın annem de çorap aldı deme. Kliniğe geldik ve… “Annem ayakkabıları aldı kendine de çorap aldı.”

 

Doktor olmuştum ama bu işi yapmayacağıma yemin etmiştim. Tez konum oldukça pahalıya mal olmuştu. Bir gecekondu kiralamış ve dört yüz elli civcive orada bakmıştık. Elli civciv de evdeki küçük odada büyümüştü. Bu çalışma süresince oğlumu anneannesine göndermiştik. “Sana bir araba alayım, doktorayı tamamlama. Aynı paraya mal olacak” demişti eşim. “Araba istemiyorum. Başladığım işi bitirmek istiyorum.”

Eve ilk girdiğimiz günler küçük ve sıcak olduğu için kaldığımız küçük odada civcivleri büyüttük. Bu odada ilk yıllarda çok uyuduk. Halının üzerine çarşaf serer beş kişi yan yana uzanıp yatardık. Kardeşlerim ve kız arkadaşları. Uyumadan önce konuşur ve gülerdik. İçimizden biri, “Haydi geç oldu uyuyalım artık, yarın iş var” deyinceye kadar konuşurduk. Bu oda daha sonra depo oldu ve depo olarak kullanırken bir köşesini yazma çalışmalarımı yaptığım küçük bir sehpa koydum. Bilgisayar sehpada dururdu ve ben de yere oturur o devasa bilgisayarda yazı yazardım. Sağım solum arkam depo… Önümde bilgisayar ve duvar. Yıllar sonra  eşim bu odayı bana çalışma odası yaptı. Güzel raflar, bilgisayar masası ve sandalyesi… Kitaplar, kitaplar, kitaplar… Başka kütüphanelere imrenmeme gerek kalmayacak kadar çeşitli kitaplar.

İşte sonunda doktor olmuştum. Diplomamı çerçeveletip yatak odasındaki dolabın arkasına koydum.  Tez sayesinde okuma ve yazma disiplini kazanmıştım. İngilizce kurslarına gitmiştim. Küçük çeviriler yapmaya bile başlamıştım. Bunlar da son buldu.

Ezilenlerin Pedagojisi, Zorunlu Eğitime Hayır kitapları en çok etkilendiğim kitaplar oldu. Eğitim Fakültesi kitaplarını aldım. Okuyamadım. Çok ağladım. Sorgulamayı sağlayacak hiçbir açık uç bırakmıyordu. Her şey kesin ve netti. Ne yapılması gerektiği açıkça belirtiliyordu. Kitapları çöpe attım.

“Gözün bozulacak” derdi eşim. Mutfakta kitap okurdum. Günde elli sayfa okumadan yatmıyordum uzun bir süre. Kafayı yiyeceksin. Madem öyle neden bu kitaplar yazılıyor ve basılıyor? Kadın öğretmen elimdeki kitabı görünce kitabı istedi. Uzattım. Baktı. “Bunu sen anlamazsın ki. Bu benim mesleğim ben bile anlamıyorum.” “Bir cümlesini anlasam yeter.” Elimdeki kitap sosyoloji kitabıydı. Öğretmen de sosyolog…

Biraz yoruldum. Uzandım. Telefonum çaldı. İlk eşim arıyor. Oğlumuz gelmeyecekmiş. Viral enfeksiyon yüzünden alınan tedbirler nedeniyle gelmekten vazgeçmiş. Biliyorum. Ben de bu yüzden biletimi aldım gidiyorum. Ne zaman? Pazartesi, kediyi alır mısın? Hafta sonu alacağını söyledi. Orada herkes iyi mi? İyiymiş. Hava?.. Güzelmiş. Yarın yine mezarlığa gidecekmiş. Akşam geç saatte de dönecekmiş.

Abim, öğretmen olarak atandığım ilk günlerde bana bu işi yapabileceğimi söyledi. Güven verdi. Herkes hatta sendikalar bile eğitim fakültesi mezunu olmayan kişilerin mesleği yapmamasını söylüyor yazıp çiziyorlardı. Sorun işsizlikti. Ama daha sonra kendi mesleklerine dönebilme olanağı olacaktı. Baytarlar bile öğretmen oluyor. Baytar denilmesinden hiç hoşlanmıyorum. Ben veteriner hekimiyim. Bunu söyleyen sendikaya üye oldum çok geçmeden.

“Abi çocuklar dördüncü sınıf ama okuma yazma bilmiyorlar.”

“Seviye tespit sınavı yap. Müfettiş geldiğinde sınav kağıtlarını çıkar.”

Gerçekten yalan söylemiyorlar. Seçilmiş öğrenci değiller. İyilerini de göndermişler. Hepsi aynı seviyedeymiş… Nasıl oluyor da hala okuma yazma öğrenememişler?

Abimin söylediklerini kabul etmiyorum. Beni tanımıyorlar, bana böyle bir şey yapmazlar. Çocukların seviyeleri çok düşük. Hayır hayır özel eğitimli çocuklar değil. İlgilenilmemiş, sevilmemiş… Onlara herkes kızıyor. Çocuklar ağlıyor, kendi sınıflarına gitmek istiyorlar. Söz bile veriyorlar bir daha yaramazlık yapmayacaklarmış. Başkentimizin adını söyleyemiyorlar. Türkiye haritasını hiç görmemişler… Konuşmuyor çocuklar abi.

“Çocuklar ben veteriner hekimiyim ama size öğretmenlik yapacağım.”

“Neden kendi işini yapmıyorsun?”

“Yapıyorum. İki iş yapıyorum.”

“Ben kendi sınıfıma gitmek istiyorum.”

Ama onları kimse istemiyor abi! Koridorda kadın öğretmenin sesi yükseldi, bağırıyordu “O öğrenci bir daha benim sınıfıma giremez.”

Almanya hikayeleri anlatmayı düşündüm önce. Ben Almanya’dayken… Sonra nehirleri öğretmek için başka bir hikaye buldum. “Hafta sonu taksiye bindim ve şoför beni gezdirdi. Bütün nehirleri gezdik, bana nehirlerin adını söyledi…”

“Ama öğretmen olan sensin. Neden şoför biliyor da sen bilmiyorsun?”

“Tamam sadece hikayeydi.”

“Neden yalan söylüyorsun?”

Öğleyin yokuş çıkıyor, akşamüzeri koşarak yokuşu iniyorum. Otobüs çok sık işlemiyor. Kaçırmak demek oğlumu geç almak demek. Geç kalmamalıyım. Taşıdığım çanta dolusu kitaplar da çok ağır, artık kaldıramıyorum. Hadi durağa az kaldı, iki dakika…

Oğlum her şey senin için. Daha iyi eğitim alman için. Dünyayı tanı. Umut taşı. Canım ben geldim. Haydi gidiyoruz. Bitti. “Arkadaşımın annesi gelmedi. Öğretmen ona ceza verdi.” “Ne cezası verdi?” “Kapalı odaya kilitledi.” “Ben geç kalmayacağım.” “Kalma.”

Klinikteyiz. Yapılacak çok iş var. Oğlum oyuncaklarını çıkardı. Yavru kedileri sevmiyor çünkü ben seviyorum. “Sen beni böyle sevmiyorsun” diyor. Ben de artık dikkat etmeye başladım. Yavruları onun kucağına bırakıyorum. Bambu koltuğa oturdu, kucağına dört yavru köpek bıraktım. Gülümsüyor. Fotoğraf makinası elimde. Çekiyorum! Çektiiim! Henüz iki yaşında.

Müfettişlerin geleceği hafta sınıfım hemen dağıtıldı. Abim haklı çıktığını söyledi ben inanmadım. Çocukları sevmiyorlar. Bu çocukları hiç kimse sevmiyor.

Okula gideceğim ilk gün. Korkuyorum. Yapamamaktan korkuyorum. İşsizler ordusuna katılmış olduğumu düşünmek beni… Müdür odasına giriyorum. Yalnızım. Eşim de gelmek istedi ben kabul etmedim. Yirmi dokuz yaşındayım, özel şirketlerde çalışmış bir kadınım kendi işimi kendim yapmalıyım. Müdür odasında genç bir kadın öğretmen var yanında da yaşlı bir adam yani babası. “Kızım size emanet müdür bey. Gözüm arkada kalmayacağına inanıyorum.”  Hemen ona bir sınıf veriliyor. Ben bekliyorum yeni sınıf açacaklar. Dördüncü sınıflardan toplanacaklar…

“Bak öğrencileri nasıl seçtim. Gözlerimi kapadım parmağımla listenin üzerinde gezdirdim ve durdum. O öğrenciyi sana gönderdim.”

“Ben de öyle yaptım. En iyi öğrencimi sana verdim.”

Otuz çocuğun biri bile okumayı yazmayı bilmez mi? Ya Ahmet! Konuşmuyor benimle. Çobanlık yapıyormuş, arkadaki ormanlık yerde otlatıyormuş koyunlarını. Ahmet sen konuşsana oğlum.

Gittiler. Müfettişler gitti. Askere giden öğretmenin yerine, iki ay çalışacağım. Birinci sınıf… Bunlar toplama öğrenci değil. Kura ile belirleniyorlar. Birinci sınıf… Bunlar toplama öğrenciler değil… Birinci sınıf… Siz birinci sınıflarda çok başarılısınız. Yıllar sonra anladım ki çocukların soyadları bile yeterliymiş toplama olmaları için.

İstifa etmek istiyorum. Bu da dilekçem. İstifanızı kabul etmiyorum. Çalışmalısınız. Yapamıyorum, çok yoruldum. Ne yapacaksınız? Gerekirse evlere temizlik yapmaya giderim.  Olmaz, iyi düşünün, size destek olacağım, çocuklarla aranız çok iyi.

İkinci sınıf oldu çocuklar. Ankara’dan İzmir’den mektup arkadaşları var. Resim yapıyorlar. Mahalle aralarında beden eğitimi derslerinde kelebeklerin peşinde koşuyorlar. Onlara top aldım. Yokuş aşağı inen topun arkasından koşuyorlar. Eteğim olmasa ben daha iyi koşarım ama…

Kitaplar, kitaplar, kitaplar…

“Bu öykümü okur musunuz? Nasıl olmuş?”

“Bunu okur musunuz? Dediğiniz gibi düzelttim.”

“Bunu okur musunuz? Lütfen yardım edin.”

“Okur musunuz?”

Öğretmen arkadaşlara yazılarımı okutuyorum.

Öykü yazmaya çalışıyorum. Makale yazmaya benzemiyor. Giriş gelişme sonuç. Nedir giriş? Ya gelişme nedir? Sonuç ne olabilir? Öyle çok sorun var ki ve hepsi öyle iç içe geçmiş ki… Hangisini anlatacağım? Çoban Ahmet?.. Hırsızdan korkan İbrahim?.. Ağacın üzerine çıkıp aşağıdaki çocukların üzerine işeyen Yunus?.. Kurbağa Muhammed?… Muhammed’in hikayesinde suçlu benim. Ona oğluma artık küçük gelen polar kazağını verdim. Çok sevindi. Giydi. Yeşil kahverengi bir kazak.  Kırtasiyeye gitti. Döndüğünde anlattı onu kovmuş kadın pis kurbağa seni, gelsin öğretmenin alsın, demiş.

Masallar anlatmalıyım. Çocuklara masallar yazmalıyım. Dokuz günlük bir bayram tatili. Evde olacağım. Dokuz köpeğin evde bakımını kabul ettim. Hepsini salona aldım. Bilgisayarı da salona taşıdım. Masal yazıyorum, köpekler de birbirlerine havlıyor. Kavga edenleri ayırıyorum. Salondan çıktığımda kıyametler kopuyor. Salondan çıkamıyorum. Dosya hazır. Yarışma için gönderiyorum. Sonuç elbette olumsuz. Üç masal dosyasıydı. En son masal Küçük Kelebek masalıydı. Bu masal gerçekti. Yani bana göre gerçekti. Öğrencilerimin mahalle aralarındaki çalıların arasında uçan kelebeklerin peşine düştüğü zamanlardı. Yakalayamazlardı kelebekleri ama uğur böcekleri parmak uçlarında, avuçlarında bana göstermek için koşarak yanıma gelirlerdi.  Küçük Kelebek masalı gerçekti.

“Nasıl bu masal olmuş mu?”

“Evet bu masal olmuş.”

Bu masalı resimlemek gerek. Kim yapacak? Öğretmen ressam arkadaşıma ısrar ettim. Para vereceğim. Yağlıboya istiyorum. Tuvallere yapılacak. Sonra çocuklara bu tuvalleri sergileyeceğim. Unutmayacaklar. Küçük Kelebek’lerini unutmayacaklar.  Hiç çocuk kitabı resimlemediğini söyledi ama ben ısrar ettim. İlk kitabımız böylece şekillendi. Peki kim basacak?

Köklü bir yayınevine gönderdim. Yanıt olumsuzdu ama bir başka yayınevine göndermemi yazmışlardı yani umut vardı. Kitabımızı kim basacak?

Bunu da yine klinikten öğrenecektim. Kim basacak? Mukaddes hanımı aradım. Görüşmeyi kabul etti. Görüşme olumlu oldu. Bana onu öneren kişiyi unuttuğum için çok üzgünüm. Sanırım bir daha kliniğe gelmedi.

Emo arkamdaki sandalyede oturuyor. Ben çalışırken orada oturduğunu anımsadı demek ki. Bugün daha uysal. Kucağıma aldım, sevdim, okşadım.

Yorulmak bana iyi geliyor. Yoruldum. Yılların yorgunluğunu üzerimden atacağım. Romanlarda genellikle birilerini öldürür yazar. Ben de öldüreceğim sanırım. Belki de ölmez. Uykudan uyanır. Her şey rüyaymış der. Emo uyuyor. Yukanın çiçekleri henüz açılmadı, açıldığını göremeyebilirim, beni sarhoş eden kokusunu alamayacağım.

Çok yorgunum. İş yerinde geç saatlere kadar kalıyoruz. Oğlum iş yerinde ödevlerini yapıyor. Herkesle konuşmuyor. Köpeğimiz de gelenlerden bazılarını sevmiyor, paçalarını çekiştirip havlayıp duruyor. Bu insanlarla oğlum konuşuyor ama.

Bu tempoya dayanamıyorum. Anı yok. Şimdi yok. Sürekli aynı işler. Temizlik, bakım… Temizlik elemanı olarak kimse çalışmak istemiyor. Camları ben siliyorum. “Veteriner var mı?” “Evet var.” “Onunla görüşebilir miyim?” “Evet benim.” Ben her şeyi yapabilirim.

Klinikte yalnız kalmaktan korkuyorum. İşte yine o adam geliyor. Eğer enjektör isterse ver, tartışma, dedi. “Enjektör var mı?” “Var.” Gidiyor. Onun gelmesini istemiyorum. Korktuğumu da belli etmemeliyim. İşte biri daha geliyor. “Lütfen biraz daha kalabilir misiniz? Biri geliyor, o gittikten sonra…” “Elbette lafı mı olur.” Yavru hayvan aylardır büyümedi, sürekli sarhoş halde geziyor. Onlara bir şey söylemeyeceğim. İstediklerini vereceğim. Tasma istiyorlar.

“Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”

Kim olduğunu öğretecek, eşime de şikayet edecekmiş.

“Kim sanıyor o kendini?”

Bunu eşime sormaları gerektiğini söyleyemiyorum.

“İstanbul’u İstanbul olmaktan çıkardılar. Göç göç… Gelmesinler artık. Köylerinde otursunlar.”

Üzerime alındığım ne çok şey var artık. Her şey üzerime üzerime geliyor. Ağlamak istiyorum. Ağlıyorum.

Git pis kurbağa seni. Ben yurda gitmek istemiyorum. Babam anneme… Ayrılmalarını istemiyorum. Anneme bir şey olursa… Hırsızlar annemin kolunu kesiyor bileziklerini çalıyor. Ölmek istiyorum öğretmenim… Ev soğuktu yattım ödev yapamadım.

Ah gökyüzü!

Korkma! Korkuyorum. Ayaklarım yere değmiyor artık. Yürümüyorum kayıyorum. Doktor arkadaş kan tahlili yaptırdı bir şey çıkmadı. Neler oluyor? Bana neler oluyor?

En mutlu günümde ağlıyorum. Kadıköy’deyim. Kucağımda Küçük Kelebek kitapları. Öğrencilerimin sayısı kadar var. Her birine pırıl pırıl kitaplar vereceğim. Onların masalı bu masal. Onlarla daha çok masal yazacağız. Nasıl da korkmuştum saman kağıdına siyah beyaz basılmış bir kitap olacak diye ve ne kadar çok ağlamıştım. Çocukların hakkı pırıl pırıl kitaplardı. İşte o kitaplar bunlar. Çok mutlu olacaklar. Her şeyi unutacaklar, yaşadıkları her şeyi unutacaklar ama bu masalı unutmayacaklar. Teşekkürler Mukaddes Hanım. Kitaplar kucağımdan yere düşüyor. Çamur olacaklar. Nasıl kayabilirler kucağımdan… Eğiliyorum yerden toplamak için bir adam yanıma geliyor bana yardım ediyor. Teşekkür ediyorum. Ağlıyorum sevinçten olmalı.

Yaşarken yılların nasıl geçtiğini anlamıyor insan. Anlamak için durmak gerekiyor. Zamanı değil kendini durdurmak.

Eğitimcilerden kendi mesleklerine dönmeleri için fırsat verdiler. Ya ben ne yapacağım?

“İstemiyorum. İki iş bana fazla bile geliyor.”

“Kendi işini yaparsın. Şef olursun. Daha fazla maaş alırsın.”

“Şef olunca ne olacak? Kazandığım fazla parayı giysiye, yemeğe vereceğim. Şimdi benim giysiye de yemeğe de ihtiyacım olmuyor.”

Gittiği yere kadar devam ederim. Olmadı çeker giderim.

Gençlikte çekip gidermişsin ama yaş ilerleyince öyle olmuyormuş.

Emo yerinden kalktı, şimdi su içiyor. Koridordaki kilim üzerinde oturuyor. Neden orada olduğunu anlamıyorum. Kalkıyorum. Yanına gidiyorum. Ben de biraz mola vereceğim, çay koyacağım, acıktım üç börek vardı masada…

Koridora çıkınca Emo’nun baktığı yere bakıyorum. Yerde parçalanmış bir börek duruyor. Mutfağa doğru ilerliyorum, ikinci börek de yerde ve işte üçüncüsü de… Mutfağa girmesinin yasak olduğunu biliyordu ama ben onun kapı açık olduğu sürece oraya girmesinin normal olduğunu düşünememişim. Yerden börekleri alıyorum. Açım. Buzluktan iki parça börek çıkarıyorum. Kahve yapıyorum kendime. Emo’ya da süt veriyorum. Börekleri yememiş sadece parçalamış.

Bilgisayar başındayım. Emo da arkamdaki sandalyeye kurulmuş tüylerini temizliyor. Oğlum Emo’nun benimle kalmasını istiyor. Sana iyi geliyor, diyor. Oysa ben de onu düşünüyorum. Ona da iyi geliyor Emo. Belki İzmir’de bir ev kiralarım. Emo benimle kalabilir. Keyfi yerinde börek, süt… Suçlu olduğunu biliyor, bakışlarından anlıyorum. Kaşlarının üzerinden bana bakıyor. Ceza yok, ödül yok. Küçük oyuncağını getirip yere bırakıyorum. İlgilenmiyor. Oysa ben ne çok severdim oyuncakları…

Oğluma istediği oyuncağı alırdım. Onun beğendiklerini ben de beğenirdim. Kitaplar ve oyuncaklar olmazsa olmazlarımızdı. Yoğun iş temposunda yanımıza alabileceğimiz tek şeylerdi. Kitaplar ve oyuncaklar. İş yerine hırsız girdiğinde oyuncaklarını da almışlardı. Daha doğrusu bir şey bulamadıkları için oyuncakları almışlardı.

Benim doğum günümdü. Akşam kar yağmıştı. Yerlerde biraz kar vardı. Kliniği sabah açtım. İçerisi buz gibi esiyordu. Rüzgarın geldiği yere doğru yönelince balkon kapısının açık olduğunu gördüm. Söylendim kendi kendime. Neden açık unuturlar ki? Sonra kafesleri gördüm. Muhabbet kuşları yaşamıyordu. Ağlamaya başladım. Eşimi aramak için salona geçince hırsız girdiğini anladım. Telefon kesilmişti. Bilgisayar gitmişti. Dışarı çıktım. Manava girdim oradan eşime telefon açtım. Kuşlar ölmüş! Ne oldu? Muhabbet kuşları soğuktan ölmüşler! Muhabbet kuşları benim hastalarımdı. Onların tedavilerini ben yapıyordum. Ortalık karışmış, oyuncaklar ortaya saçılmış, cam kırılmış… Oysa bugün benim doğum günüm.

Oğlumun doğum gününü iş yerinde kutlardık. Birçok hediyeler alırdım ona. Boya kalemleri, defterler, oyuncaklar ve elbette kitaplar…

Kadın hakları üzerine okumalar yapmam gerekiyor. Gençliğimde okurdum ama bana dokunmazdı haksızlık. Ne de olsa ikimiz de ezilenler sınıfındaydık.

Yoruldum. Bu kadar hız başımı döndürdü.

 

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*