İSTANBUL’DA BİR KEDİ

İSTANBUL’DA BİR KEDİ

 

İstiklâl Caddesi’nde öğle saatleri.

Karnım aç.

Bir iki restoranın kapısı önünde bekledim. Kalabalığın arasından içeriye doğru ilerleyen adımlara uyum sağlayıp hooop içeri. Olmadı. Şanslı günümde değilim sanırım. Garson fark ediyor ve içeri adım atan ayakların arasından beni tekmeliyor.

Simit Sarayı bana uygun değil. Kapısı yok, herkese açık bir yer ama orada sadece kuru simit atılıyor önüme.

Hava güneşli. Kalabalığa girmiyor, ayaklardan uzak, binalara yakın yerlerden ilerliyorum. Güneş karşı binaları ısıtıyor. Güneşi kaçırmamak gerek. Böyle havalar aralık ayında pek görülmez.Kaçırılmaması gereken günlerden biri. Yağmurdan kaçmak gibi bir dert yok. Bugün için.  Islak tüylerimi kurutmak, silkelenmek derdi yok.  Birazcık  ısınmak,  tatlı bir huzur içinde gerinmek ve uzanmayı unutup kıvrılacak kuru  bir yer arayışına da gerek yok. Şimdilik. Bugün, ender rastlanan günlerden biri.  Güneş ısıtıyor.

Bir dönercinin önünde durdum. Havada mis gibi kokular. Başımı diktim, burnum kokularla ziyafet çekiyor. Dışarıdaki dört masa,  ikişerli üçerli oturan gruplarla dolmuş.  Bir masada yedi sekiz yaşlarında  bir çocuk oturuyor. Elindeki ekmekten mis gibi et kokusu havaya dağılıyor. En iyi sömürü çocuklara yapılır.  Gerçi bazı çocuklar acımasız da olabiliyor. Fakat bu masada oturan bir kız çocuğu. Pembe eteği ve eteğinin renginden daha açık tonda çorabıyla sevimli  yanı var.  Bacaklarına sürtünmek ve ısınmak  gerek. Benim yanına yaklaşmama izin verecek mi? Korkar mı? Sorularımın yanıtını almam gerek. Şansımı denemeliyim.

Karşısında bir süre durdum. Sonra kendimi göstererek yavaş yavaş  yaklaştım. Tam karşısındayım. Oturdum. Gözlerimi yumuyor, çağrılmayı beklediğimi anlatmaya çalışıyorum. Bir göz süzme. Beni gördü. Yanındaki kadın sordu.

-Dilara nereye bakıyorsun?

-Bak anne.

Demek  o kadın, annesiymiş.

-Ne var orada? Birisine bakmak  ayıp olur. Bakmasam. Sen söyle, kim var arkamda?

-İnsan değil. Sarı tüylü şirin bir kedi. Sen de bakabilirsin.

Annesiyle göz göze geldik. Ben gözlerimi kapadım, dört ayak üzerinde durdum,  kuyruğumu kaldırdım. Yavaş yavaş kuyruğumu sallıyorum. Bir davet bekliyorum. Anlamadı. Onlara doğru bir adım attım.

-Pisi pisi. Gel.

En çok bu kelimeleri seviyorum. Pisi pisi. Gel.

Yavaş yavaş ilerledim. Dilara’ydı adı değil mi? Onu korkutmak istemiyorum. Sandalyenin ayakları arasından dikkatle geçtim ve işte… Bacaklarına sürtündüm. Bir anda elektriklenme oldu. Çıtır çıtır sesler çıktı. Bayılıyorum bu sese. Dilara elini bana doğru uzattı ve başımı okşamaya başladı. Uslu durmam  gerekiyor ve kıpırdamamam. Dayanılacak gibi değil. Ellerine et kokusu bulaşmış. Başımı avuçlarına sürtüyorum. İşte oldu; parmaklarını yaladım.

-Anne bu kedicik sanırım aç. Ona ekmeğimden verebilir miyim?

Şansım döndü. Dilara ve annesi yarış içinde bana döner ekmek atmaya başladı. Lokmaların arkasında koşturuyorum. Çiğnemiyor, yutuyorum. Her an rakip biri çıkıp gelebilir. Önemli olan kısa sürede çok pay çıkarmak. Oldu. Ellerindeki ekmek bitti. Rakiplerimden biri de şimdi geldi. Geç kaldı. O ancak benim tüylerimi yalayabilir. Gitti. Ben de miskin miskin patilerimle ağzımın kenarlarını temizliyor, yalanıyorum.  Masanın altından ayrılamıyorum. Gitmemi söylemelerini bekliyorum. Söylenmiyor. Masadan kalkıyorlar,  arkalarına dönüp bana baka baka  gidiyorlar. Göz göze geldiğimiz anlarda  en sevimli yanımı gösteriyor, gözlerimi kısıp teşekkürlerimi iletiyorum.  Gözden kayboldular. Masaya dört delikanlı yaklaştı. Tekme yemeden buradan ayrılmam gerekiyor.

Güneşi  bulmalıyım. Buraya yani yolun  sol yanına gölge düştü. Karşıya geçmem gerekiyor fakat cambazlık yapacak gücüm yok. Kalabalığın azalmasını bekliyorum. Zamanı ayarlıyorum.  Hızla ilerliyorum. Önemli olan önüne bakmadan yürüyen insanların ayakları altında ezilmeden çiğnenmeden ilerleyebilmek. Geçtim.

Güneş harika.

Uzandım. Bir sağ tarafımı bir sol tarafımı döne döne ısıttım. Derken kaldırımda ayak seslerini işittim. Kalabalık hızla ilerliyor. Buna alışığım. Hatta keyifli olduğum zamanlar labirent adını verdiğim oyunu oynarım. Kalabalığa karışırsın ve ayakların  arasından hızla ilerlersin. Çok sık rastlanan bir olay kalabalığın  Tünel’e kadar yürümesi. İnsanlar ellerinde pankartlarla yürür. Yüksek sesle aynı sözler söylenir. Alkışlar yükselir, ıslık, düdük…

Bekledim bir süre. Kalabalığın arkasına geçtim ve oyun başladı. Hızla ilerliyorum. Bir iki hoop, öndeyim. Şimdi ikinci kişinin ayakları arasından geçme zamanı. Hoop. Şimdi üç. Birden bir çığlık koptu. Çığlıkla birlikte yanından geçmeye çalıştığım kadın yan tarafa doğru kaçmaya çalıştı. Ne yapacağımı, hangi yöne gideceğimi şaşırdım. Öyle bir fırlamışım ki, bir anda herkes benden kaçmaya başladı, önüm açıldı.  Açılan yoldan hızla ilerledim. Arkamdaki sesleri duyabiliyorum. “Korkacak bir şey yok, o  bir kediydi.”

En başa geçtiğimde  kendimi yorgun hissettim. Bu sırada tramvay durmuş, kalabalığın geçip gitmesini bekliyordu. Tramvayın arkasına  çocuklar asılmıştı. Eğlenceli olmalı. İstiklâl Caddesi bir kedi için en yaratıcı olunacak yer. Tramvayla geldiğim yere dönebilirdim. Kalabalıkla birlikte aynı yöne doğru ilerleyebilirsin, tehlikesi azdır. Fakat ters yönde ilerlemek çok tehlikelidir. Canı çıkar bir kedinin. Bunu yapmayacağım. Duvar kenarından döneceğim.  İstiklâl Caddesi’nin başına gidecek,  meydandaki heykelin yanında güneş batıncaya kadar güneşleneceğim. Birkaç turistin kamerasına kısa kısa oyunlarım çekilecek. Sonra fotoğraflar…  Güvercinlere dokunmak yasak. Onlarla yani güvercinlerle dost olduğum için örnek bir kedi olacağım. Et obur olduğum halde onlara dokunmamam benim barışçı bir kedi olduğumu gösterecek  ve ben de bunun için kendimle gurur duyacağım. Yanıma  yaklaşan kuşları izleyecek, onlara göz süzeceğim. Uzandığım yerde kanat çırpışlarını dinleyecek ve kanatlar benim kanatlarımmış gibi gökyüzünün maviliğinde süzüleceğim.

Meydana geldim. Güneşe karşı uzandım. Karnım tok, ısınmışım. Etrafta kanat sesleri. Ben de onlarla birlikteyim. Benim de var kanatlarım.  Kanat sesleri kalabalığın sesini bastırıyor.  Mutluyum. Mutlu olduğum anlardan biri bu işte. Önüme düşen kuş tüylerini patilerimin arasına almak istesem alacak, oynayacağım. Her gün kuş tüyü toplasam,  iki ayda bir kuşun tüyleri kadar tüyüm olur.  Uçmayı çok istersem bunu yapabilir miyim? Yok denemeyeceğim. Burada olmayı seviyorum. Başka yerde yapamazdım. Belki de yaparım. Yapamam. Yok yapabilirim. Taktım ben de buna. Yaparım. Yapamam. Yaparım, yapamam. Uyumak üzereyim. Kuş tüyü görüyorum gözlerimi kapadığımda ve tüyleri sayıyorum, bir tüy,iki tüy, üç tüy…Derken gözlerimin önünden güvercinler uçuyor, bir güvercin, iki güvercin…

Uyuyakalmışım. Uyandığımda güneş batmıştı. Hava serinlemişti.  Şimdi yeni park etmiş arabaların peşine takılma zamanı.

Bir sıçrayışta arabanın üstüne çıktım. Sıcacık. Uzanıyorum. İliklerime kadar  ısınıncaya dek uzanıyor, bir sağa bir sola dönüp duruyorum. Mutluluk kalıcı değil.  Ama yine döneceği kesin. Güneş gibi. Gecenin gündüzün. Dünyanın dönmesine devam ettiğini  gösteren zamanın ilerleyişini izliyorum.  Sesler artıyor, ayak sesleri, korna sesleri, arabaların homurtuları… Neşeli genç kızlar ve erkekler, kol kola, el ele, omuz omuza. Benim de bir arkadaşım var. O da neredeyse gelir. Her akşam burada buluşuruz.  İstiklâl Caddesi’nin gecesi bir başkadır. Gündüz olduğundan çok başka. Bütün gece uyanık kalma ve farelerle oynama zamanıdır.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*