YARATICI OKUMAK YAZMAK 12 Ekim 2024 / Cumartesi
Dün yazmaya değer hiçbir şey yaşamadığımı ve okumadığımı düşündüğüm için yazamadığıma karar vermiştim. Ama küçük okuma atölyemizde konuşmalarımızdan sonra aslında yazabileceğim çok güzel bir telefon konuşması yaptığımı ve bundan bir öykü çıkabileceğime konuşmalarımızdan sonra fark ettim. Kayda değer hiçbir şey yapmamak ne kadar da kötü bir düşünceymiş meğer. O telefon görüşmesi neredeyse bir novella olabilecek yaşanmış birkaç aylık olay dizisini yazabilirmişim. Bir gün önce okuduğumuz kitabın ilk sayfalarından esinlenen bir öykü. Bir davet. Bunu görmemişim. Telefonum çalmıştı. Arayan… Bu mesleği yapmanın zorluğundan olsa gerek, sürekli yalan söylemeleri. Yoksa hayatımızı da yalanlar üzerine kuruyoruz? Hepimizin başı dertte olmalı.
Bugün haraketli bir gündü. Yaşadım da, okudum da, hatta önemli sayılabilecek telefonda konuşmalarım da oldu. Önemli olan ama en önemli olan bir konuya odaklanıp öykü tadında yazmak.
Arkadaşım E.’yi aradım. Akşamüzeriydi. Telefonunun şarjı bitiyordu ve henüz eve dönmemişti. Beni eve dönünce arayacaktı. Aradığında da saat 22:00’ı geçiyordu. Kısa bir görüşme olacaktı. Okuma atölyesinde okuduğumuz kitapla ilgili videonun çok faydalı olduğunu, kitapla ilgili başka videolara rastlarda paylaşmasını istedim. Yazmak istediğini bir romandan söz etti. Başlayamadığını, zamanın henüz gelmediğini, çok okuması gerektiğini söyledi. İstediği kendi hayat hikâyesi değildi ama ona bunu yazması için destekleyen biri vardı. Arkadaşım da çocukluğunda ne yaptığını yazmak istemediğini açıkladı, örnekler verdi. Çok istediği ilk gençlik romanıydı. İstediği konu ile ilgili hemen bir kurgu yapmaya başladım. “Bekle, kayda alayım.” dedi. Ona bir kurgu yapmaya başladım ve derken köpeğinin havladığını duydum. “Bu kurguya köpeğini de dahil edebilirsin, çok güzel olur.” Yaptığım kurgu iş edindiği okur yolculuğu ve çocuklarla yaptığı okuma kültür buluşmaları ile renklendi ve şekillendi. Köpeği uzun konuşmamızdan rahatsız olup havlamaya devam ettiği için son verdik görüşmemize. E.’nin onunla ilgilenmesini istediği bal gibi ortadaydı. Arkadaşımla Binnur Şener’in, Fakir Baykurt üzerine yazdığı kitaptan konuştuk. Bu kitabı okumadım. Fakir Baykurt’un romanlarını ortaokul yıllarında okudum ve konuşma sırasında ilk aklıma gelen Tırpan romanı oldu. Neden Kaplumbağalar ve Yılanların Öcü kitaplarının adı ilk aklıma gelen olmadı diye yüksek sesle söyledim. Arkadaşla konuşurken karşımda bahçe alet edevat duruyordu. Bahçede artık kaplumbağa görünmüyordu. Yılan da yoktu. Tırpan da arka evde alet edevat arasında olsa gerekti. Sincap da yoktu, kirpi de yoktu. Sivrisinek çoktu. Bunlar da bugünün geçmişten ve gelecek üzerinden bir öyküsü vardı. Ama yazan yoktu. Herkes kendi yaşantısından derlediği öykülerini yazmalı, dedim. Unuttum, komşunun tavukları da görünmüyor artık. Bahçedeki erik ağacı az da olsa çiçek açmış. Mandalinalar hastalıktan olgunlaşmadan dallarından düşüyor. Zeytinler küçük ve etsiz, az yağ çıkacak. Yağmur yağmadığı için büyüyememişler ve küçük yağsız kalmışlar. Mandalinalar toplanıyor, poşetlere koyup bahçe kapısına asılıyor. Yoldan geçenler alıyor. Öğrenmişler onlar için bırakıldıklarını. Bir ara bakla konmuş ama alan çıkmamış. İşte öykü çerçevesi. Nefes alışımız da öykü olamaz mı? Ölmek istemeyen hasta kişinin verdiği yaşam mücadelesi.
Yazarın okur yolculukları için faydalı olan denemeleri çok önemliydi. Öykülere İhtiyacımız Var mı? başlığı taşıyan yazısı çok değerliydi benim için. Ben insanların birçok öyküsü olduğu –hatta bir gün içinde birçok öyküler yaşadığını- savunuyordum. Kendi öyküsünü tamamlayıp yaşadığımız dünyada aynı şeyler yapmadığımızı fark etmelerini bekliyordum. Günler aynı değil. Enflasyon bile hayatımıza başka bir öykünün yaşanmasına neden oluyor. Marketten yapılan alışverişimizde ödenen ücret bir sonrakinde daha fazla ödüyoruz. Birçok şey yazılabilir. Sadece kendimizle ilgili değil, başkalarıyla da ilgili yazılar çıkar ortaya. Şimdi ilk olarak aklıma gelen kiracımın sürekli enflasyondan yakındığını ve başkalarının nasıl geçindiklerini sorup durduğunu dinliyorum. Sanki ben ve o bu durumdan etkilenmiyormuşuz gibi. Bana ödediği kira bedeliyle ayda iki kez yaptığım market alışverişinin yalnızca bir tanesini karşılıyor. Üç aidat parasından az yapıyor. Herkes ev sahiplerinden şikayetçi. Ben de enflasyondan şikayetçiyim. Yoksa beni hiç görmeyen tanımayan kiracımın bana doksan yaşında korkak yaşlı yalnız bir kadın olduğumu düşünüp… Geçiyorum bunu da. İkinci aklıma gelen de dün yaptığım alışverişte “Çok pahalı.” demiştim de çalışan kişi neden pahalı olduklarını anlatmaya ve beni ikna etmeye başlamıştı. Bugün gittiğim terzi de fiyatları yükseltmiş. Bunları da geçiyorum.
Evime uğradım. Kütüphanemdeki kitapları gözden geçirdim ve ondan fazla kitabı diğer eve götürmek üzere ayırdım. Yanıma dört kitap aldım çünkü hepsini taşımam olanaksızdı. Çok ağır gelecek. Kitaplardan biri gideceğim okulda öğrenci Ecrin’e vereceğim. Bir kitabı mesleğiyle ilgili olduğu için kardeşime, ikisi de benim için. İşte bugün bu kitaplardan birini okumaya başladım. Neden kitapları inceleyip, alıp almama kararı verdiğimi anladım. Kitabın son iki sayfasını gerekirse geri geri okuduğumu anladım. Çok güzel bir okuma, böyle okumayı seviyorum. Her romanın sonunu merak etmiyorum neyse ki. Eğer beğenirsem ve merak duygusuna yenik düşersem sonları okuyorum. Kaldığım sayfaya dönünce de ağır ağır okumaya devam etmeyi seviyorum hatta bitmesini bile istemiyorum.
Atölyelerle ve küçük gruplarla yapılan okur yolculuklarında yakın okumalar yapmak beni heyecanlandırıyor. Başkaları ne düşünüyor merak ediyorum. Notlar almak istiyorum ve sonra da yazmak ama henüz ortak noktalarımız olmadığı için yazıyı kaleme alamıyorum. Kendi tarzımı da bulamadığım için düşüncelerimi de yazamıyorum. Haydi bir örnekten yola çıkayım. Mavi Kulübe. Çeviri bir ilk gençlik romanı. Kahramanımız çocuk. Aile içinde şiddet görün iki kardeşe yardım etmeye çalışıyor. Büyüklerinden yardım istiyor ama kimse karışmak istemiyor. Daha önce bunu deneyen kişi başarısız olmuş ve mahalleden taşınmasına neden olmuş. Bir çocuk kendinden küçük çocuklar için bir şeyler yapmayı istiyor da yetişkinler neden görmezden geliyor? Hani dedesi en sonunda ona destek olmasa gerçekler ortaya çıkmayacak. Burada bitiyor. Bana, bundan sonra neler yaşandığını düşünmek düşüyor. Kahramanımızın da aile içinde görülmediği ve yalnız olduğu düşünülmesi üzüyor. Bense çok güçlü bir kız olduğunu düşünüyorum. Bunun üzerinde tartışmak isterdim. Bu kitabı aslında yetişkinlerin okuması gerektiği kanısındayım. Ülkemizde de haberlerde karşılaştığımız benzer olayları hatırlamanın yanı sıra yakın çevremizde olanları da unutmamız gerektiği kanısındayım. Hatta kendi çocuklarımız için ne yapıyoruz, düşünülmeli. Kahramanımızın yalnızlığına benzer yalnızlıklar yaşıyor mu çocuklarımız? Duyarlı mıyız?
Erol Benjamin Scot’la birlikte Kahramanın Sonsuz Yolculuğu kitabını okuyoruz. Bu okuma sıradan bir okumanın dışında. Hayatımızın seyrini izliyoruz. Zamanla kararlarımızı bilinçli olarak seçeceğiz sanırım. Gün içinde yaşadıklarımızın, geçmişle ve gelecekle nasıl şekillendiğinin farkındalığı sağlanacak gibi. Beş kişi katıldı bu ilk buluşmamıza. Oysa yüz yirmi dört kişi kayıt yaptırmış.
Çocuk kitaplarını doğru okumayı birçok yetişkin bilmiyor. Çok üzücü. Doğru okuma yapmayı ve doğru anlamayı, cümlelerin arkasının ve sonrasının olduğunu, bütüne bakmayı öğrenmeleri gerekiyor. Ben de bilmediğimi düşünüyordum ya öyle değilmiş. Farklı bakış açım olduğuna, farklılığın peşinde olduğuma; benzer birçok yaklaşımlarının yeterli olmadığına inandığım için bilmediğimi düşündüğüme karar verdim.
Anlayarak okumalarını sağlamak için okullarda ders müfredatına alınan birçok etkinlikler var. Üstelik her yıl etkinlikler değişiyor. Değişen dünyaya ayak uydurmaları için yeni etkinlikler yer alıyor eğitim öğretimde. Bazen çocuklar için yapılanlar yetişkinler için de yapılıyor. Bazen yetişkinler için yapılanlar çocuklar için de birazcık değişimle uygulanıyor. ÇİFEL -Çocuklar İçin Felsefe- daha çok çocuklarda uygulanıyor. Sorgulamayı öğrenmek amaç diyebilirim. Belki benim de benzer bir okur yolculuğuna yelken açmam gerekiyor. Öznel okumaları paylaşmak yerine… Öznel okumalar yapmanın bir basamak olduğuna inanmaya başladım. Ben dışına çıkmak gerekir mi? Ben dışına çıkınca, aktivist olmayı mı gerektirir? Ben dışına çıkmak bireyin öyküsünün tamamlanması ve toplumsal sorunlara değinmesini sağlar mı?
Çok güzel anlatabilmek, daldan dala atlamadan, kısa ve öz anlatabilmek olası mı? Bu öz yazıları blogda yayımlamak yerine, kâğıda aktarıp bir ücret karşılığında satmak mı doğru?
Bitti.
Bir yanıt bırakın