UZAK GÜNLÜKLER – 25 Ağustos 2023/ Cuma

UZAK GÜNLÜKLER – 25 Ağustos 2023/ Cuma

Bugün uzun yıllar öncesinde ortak olduğumuz hayatlara, aynı dokunuşlarla  dokunan arkadaşımla birlikteydim. Kadıköy’de.  Çay ve kahve içmek sohbet arasında iyi gelir. Konuşma pek bölünmez boğaz yüzünden. Dilin kuruduğunda çayını yudumlarsın. Kahve kırk yıllık hatırdır. Biz on yedi yıl öncesine gittik. Anımsamadıklarımı anımsadım. Yaz dedi. Her zaman böyle derdi. Artık, dedim, paylaşmayacağım şeyleri yazmıyorum. Anımsadıklarımı yazmak istemiyorum. Neden, diye sordu. Çocuklar için… Nasıl?

Ona ilk önce bir anımla açıklamaya başladım.

Bunun yeni farkına vardım. Yazmak, anlatmak yani… Babamla annemin hayatını yazmak istedim. Bundan iki üç yıl önceydi. Birkaç sayfa yazabildim, ama hatırladıklarından emin değillerdi. Onlara saf gibi inandım. Ben de unutacağımı düşündüm. Gerçekten de anımsatılmadıkça anımsamıyorum. Birkaç hafta önce yazmaya çalıştığım günlükler yani uzak günlükler üzerinde düşündüm. Her şeyi bir şekilde hatırlıyorum. Kendi dağarcığımla da anlatabiliyorum. Düşündüm sonra. Çocukların anımsamadıklarını anımsatmak ya da anlatmak; yaşadıkları koşulları açıklamak onlara yapılanları söylemek… Bu sanırım onları üzerdi. Ben nasıl hatırlamak istemediklerimi yazmak istemiyorsam öyle bir şey. Yani annemle babam unutmamışlardı sadece hatırlamak istemiyorlar ve bize yük olacak şeyleri aktarmıyorlardı. Kendi çocuklukları müthişti ama işte şimdiki zamanla karşılaştırmaları ve anımsamadıkları şeyler yüzünden müthişti. Ne kadın erkek eşitsizliği, ne parasızlık, yokluk yoksunluk diye uzayıp gidiyor. Ki onlar o yıllarda az okuyan kesite giren çocuklardı. Bir öğretmen bir istasyon amiri. İşte çocuklar mutlu çocukluklarını hayal edecekler. Kendi dağarcıklarıyla her anımsadıklarında kendince kurgular yapacaklar. Ben halen kendi çocukluğumla ilgili kurguya son noktayı koyabilmiş değilim. Durmadan yeni anımsanan bir ayrıntıyla; yaşananlar ve gerçeklikler ve gerçekler değişiyor. Başka şeylerin farkına varıyorsun. Hayat bu işte. Sürekli kendini kurgulama, hayata sımsıkı sarılma. Yap boz işi ölüme kadar devam edecek. Bu yap boz oyununu bozmak istemiyorum.

Arkadaşıma bu düşünceyle yazamayacağımı söyledim. Kendimle ilgili de yazmak istemediğimi açıkladım. Yazmam ama sana anlatabilirim, dedim.

Güldü.

Anlattım.

Neden böyle düşündüğümü soruyordu. Başarısız olduğumu söylediğimde başarılarımı aldığım ödülleri anımsatıyordu.

“Bu sadece seçilmişlere tanınan bir ayrıcalık. Kendisini başarılı hissetsin ki onun yerine gelmek isteyen birileri de olsun. Artık gençler bizim yerimizde olmak istemiyor. Okudum okuttum ama okuyan çocuklar olmadı. Yazdırdım yazdım ama yazmaya devam eden olmadı. (Güldüm.) Benim gibi hizmetli yetiştiremedim anlayacağın.”

Nasıl yani?

Ben bir kapıcıyım, dedim gülerek. Yaşadığım bölgenin kapıcısı, yirmi dört saat hizmet veren. Konuşma buraya nasıl geldi ve nasıl uzadı bunu bugün yazmamalıyım. Kapıcı olduğumu yıllar önce mahallemizdeki kadın kadın doğumcuya gittiğimde öğrendim. Hamileydim. İlk kez masaya yatacaktım. Çekindim. “Bacaklarınızı kocalarınıza açarsınız ama siz kapıcılar…”

İkinci kapıcı muamelesi gördüğümde oğlum altı aylıktı ve iyi bir kreşe vermek istemiştik ve özellikle gitmiştik. Üçüncü muamele de oğlumun eğitimi için özel bir okulda okutmak için, görüşmeye gitmiştik ve bize devlet okulunu önerdiler. Aslında bunu yazmamalıyım çünkü bir çocuktan söz ediyorum. Fakat bana neden sabahlara kadar çalıştığımızı sorduğunda ağzımdan çıkmış oldu. “Çünkü biz bu bölgenin kapıcısıydık.” İstediğin saatte zili çal, bağır çağır, özel işlerini gördür, aşağıla… Şimdi oturduğum apartman görevlisinin eşi okuma yazma bilmiyor ama hayatın canını okuyor maşallah. Kendini ezdirmeyen, lafını esirgemeyen… Saygısızlığı yok sadece hakkını arıyor. Okusa ne olurdu kim bilir? Ona okuma yazmayı öğreteceğim ama çalışmıyor bu öğrenci. Cin Ali okuma serisini aldım. İlk kitabın sayfasını açalı bir ay oldu. İkinci sayfa ikinci aya kalacak sanırım. Altı üstü Cin Ali topu at, öğrenecek. Ne güzel bir şey anımsadım. Umut var mı var.

İlk iş yeri açıldığında her şey çok güzel olacaktı. Öyle de oldu sonuç olarak ama… Her iyinin bir de zıt kutbu vardır. Çok candan insanlarla tanıştım ve benim öğretmenlik çabalarımı desteklediler maddi manevi. Hatta bir kadın bir kamyonet dolusu topu okula gönderebileceğini söylemişti ama gerçekleşmedi. Top fabrikası olan bir arkadaşı varmış. Zorlukların yorgunlukların güzel yanlarıydı. Paylaşım. Fakat kötü anılarım da vardı. “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” nu çok duydum ve korktum. Kimdi? Ne yapabilirdi? Hepsinin ayrı bir gücü vardı. Kollar, partiler, kariyerler konuşurdu. Yalnız kaldığımda birisi gelmesin diye düşünürdüm. Ya da tanıdık samimi olduğum biri gelsin, derdim. Bir adam vardı, o gelirse enjektör isterse vermem söylenmişti. Tartışmamalıydım. Yavru koliye uyuşturucu veren kadınlar geldiğinde korkardım ve korktuğum da başıma geldi. İlk yıllar… İstanbul’un eski İstanbul olmadığını çok göç aldığını, göçlerin İstanbul’u bozduğunu söylediklerinde sessizce içeri giderdim. Villaları kim yapacaktı, on dört katlı inşaatlarda kim çalışırdı? Kim güvenlik görevlisi olurdu? Kim kapıcı olurdu? Her durumda iyi hizmet vermek önemli miydi gerçekten şimdi bilemiyorum. Benim de psikolojimi düşünen var mıydı? Emeğimin karşılığının gerçekten bu olduğuna inanan kaç kişiydi?

Dönelim kaldığımız yere.

Arkadaşım hayatlara  nasıl dokunduğumuzu anlattı. Bir masaldan başka bir şey değildi. Gerçek değildi. Bir şeyin gerçek olup olmadığına sayfaları kapayınca karar verirsin. Onlarla yaşadıklarım masal, gerçek dünyada olanlar distopyaydı. Dünyadaki canlıları yok ediyorlar, kafesler yapılıyor insanlar için kent içinde. Ülkede olanları anlatmaya gerek duymadım hiç. Herkesin bildiğini düşünüyorum. Hayatımı yaşadığım masala borçluyum ve bunu şimdilik yazmayacağım. Bir masal tadında yazma gücünü bulursa kalemim yazabilirim. Ona da ömür gerekir. Umutsuzum.

Yazmaya ara verdim çünkü duygulandım. Konuştuğumuz başka şeyleri anımsadım. Çocuklardan konu açılmıştı. Bu özel bir konu başka çocukları olduğu kadar kendi çocuğumu da yazamam ama ona anlatabilirim. Anlattıklarımı düşünürken anımsadım.

Pamuk Nine…Beş yaşlarında olmalıydım. Peronun aşağısındaki rayların üzerinden ağır ağır yürüyerek gelir, perona otururdu. Annem de elime bir tabak tarhana çorbasını tutuşturur, git nineye ver derdi. Hayır demezdim. Peronun ucuna kadar gelir, oturan nineye uzatırdım. O bir deri bir kemik ellerini uzatır, tabağı kaşığı alırdı elimden. Dişsiz ağzı beni korkuturdu. Alt çenesi öne çıkıktı. Başındaki tülbentin arasından uzun beyaz saçları ipince uzanırdı. Yani adı gibi değildi ama adını ben öyle koymuştum: Pamuk Nine. Komşulara da bazen bir şeyler tabakla gönderilirdi. Komşulardan tabaklar gelirdi. Teşekkür ederdik. Normaldi. Hatta tabak gelmezse ne oldu ki olurduk. Annem çocuklarıyla çok tabaklar göndermiştir.

Şimdi çocuğum komşuya bir şey vermek istesem, sanki o alamaz mı, neden gönderiyorsun, diye soruyor. Eskiden evden eve gidip gelen tabakları nasıl anlatmalı? Arkadaşıma bunu söyledim. Ben şimdi biri tabak getirse çok mutlu olurum, dedim. Beni düşünmüş işte. Bu bizim geleneğimizdi. Parayla ilgisi yoktu, bence. Yeniden düşünüyorum. Acaba ben mi yanlış anladım geçmişi? Pamuk Nine bir şey yiyemezdi. Anneme neden et vermediğini sormuştum hatta. Dişleri yok yiyemez demişti. Nine annemin çorbasını çok severdi. O çorbayı ben de severdim çünkü anneannem özel olarak yapardı. Bildiğimiz tarhanalardan çok farklıydı. Parmakla sıkılmış nohutlu top tarhanaydı bu. Suda eritiliyor ve pişiriliyordu ama erimeyen bir kısmı oluyordu. Ekşi bir tadı vardı. Anneannem bir süre sonra bundan yapmayı bıraktı ve anneme de öğreteceği klasik tarhanadan yapmaya başladı. Bu tarhanayı halen pek sevmem. Top tarhanayı severdim.

Umutsuzum da kalmıştım, değil mi? Umudum var elbette. Yaşadıkça umut da seninle  birlikte var oluyor. Yaşamak için direniyor insan. Kaç yaşında olursan ol böyle ama yine de henüz deneyimlemediğim için ileri yaşlar için bir şey söyleyemeyeceğim. Babamı düşünüyorum. Sanırım o hayatı bırakmıştı. Umutsuzdu. Babam. Benim şimdiki yaşım bir dönüm noktası, altmışlı yaşların sorgulamaları. Umutsuzluk. Arkadaşıma seksen öncesi yaşananları anımsattım. Ne oldu şimdi? Onlar okuyamadı ama biz okuduk. Seksen sonrası bile öldürülen arkadaşlarımız oldu. Ya sonra yani şimdi ne oldu, ha ne oldu?

Arkadaşıma  Ankara’daki öğrencilik yıllarımdan, İstanbul’a gelişimden kesitler anlattım. Ne kadar aptal olduğumu anlatıyordum. “Aptaldım,” dedim.  O da “Öyleydik,” demez mi? Güldük.

Arkadaşlarımı anlattım. Yazma serüvenimi de… Derken kalktık. Kalabalığa karıştık. Bir kenarda durup akan insanlara baktım. Uzun zamandır kalabalığa karışmamıştım. Özlemek değil sadece bakmak, hayatın akışını izlemek kıyıdan. Kitabevlerini gezdik de ne iyi ettik. Anı ve biyografi okumayı sevmeye başladım. Nezih’teki bunlara ayrılan raflara baktım. Bir şey bulamadım. İlgimi çekmedi. Birkaç bildiğim isim vardı. Salah Birsel’in diline hayranım. Nasıl da zengin bir dil. “Aldığı eğitim canım, İngilizce okuyor kitapları,” dedi arkadaşım. Gel de imrenme. Ben de küçük fantastik dünyamı kurgulamaya çalışıyorum bir yıldır. Babamı anlatacağım bir kitap olacak. Fantastik kitapları inceledim. Not aldım ki internetten alacağım. İmge Kitabevine uğradık. Kendimi kaptırdım ne güzel kitaplar çıkmış öyle. Elime aldığım kitap sayısı çoktu. En azından bir tane alayım dedim ve seçtim, kasanın yanına bıraktım. Birçok kitabı not aldım. İnternetten alacağım. İkinci kitabı da aldım kasaya gittim. İyi yüz kusur biri, diğeri de yüz doksan. İkisi de kasanın yanında kaldı. Pahalı geldi, çıktım. İnternetteki fiyat elli lira daha ucuzdu.

Arkadaşıma elimde az roman olduğunu ama kulüpte okuduğumuz kitapları okuduktan sonra ona verebileceğimi söyledim. Seçtiğim kitaplar arasında roman yok ama fantastik kitaplar var. Yine de çoğunluk mitoloji kitapları. Kelt Mitolojisine taktım. İki yüz kusur.  Kitapların arkasındaki etiketler sökülmüş çünkü fiyatlar sürekli değişiyor. Zor iş sürekli yeni etiket yapıştırmak. Bir de kaç etiket almış o da belli olur ve  bu moral bozucudur.

Dergilere baktık. Yıllardır takip etmiyorum. Yıllardır direnen dergiler az. Varlık, Birikim ve… Hece Edebiyat Dergisi. Şimdi internetten baktım ve Mitoloji Özel Sayısını gördüm. Üç yüzün üzerinde fiyatı ve sekiz yüz on dört sayfa… Alacağım almasına da kim okuyacak? Hangi birisine yetişebilirim? Çok önceden başlamalıydım kitaplarla haşır neşir olmaya. Hiç bırakmadım okumayı ama yetmiyor işte. İşim tek okumak olmalıydı. Ama yaşadıklarını okuyarak anlar insan. Yaşayamazsan anlayamazsın ki.

Ayrılacaktık. Beni otobüs durağına bıraktı. Geleceğim dedi bana. Bu otobüse bineceğini söyledim. Çay içeriz, kahve içeriz.  Kavun karpuz işte. Poğaça da yaparım. Hazırları artık sevmiyorum. Eski poğaçaların tadı yok artık, sadece hamur. Yaşlandım. Annemle babam dışarıda yiyemezlerdi. Çok kızardım. Anlamazdım onları. Demek ki yenmiyor. Bir lokma ekmek ama ille de kendi ekmeğin ve ev yemeğin.

Uzun zamandır dışarı çıkmadım, iyi oldu buluşmamız dedim. Yine yapalım, dedi. Gel ama bana, dedim. Gelirim, bahçede biraz da biz oturalım, dedi.

Dışarı çıkmadığıma bakma, dedim. Zoom üzerinden birçok yere katılıyorum, arkadaşlarım var ama seninle konuştuğum gibi konuşmuyorum, dedim. Neden ki? diye sordu. Çünkü ben başardım diyemiyorum. İllaki her yaptığımda bir kulp buluyorum. İnanmıyorum aldığım sonuçlara. Ortada bir şey yok, anlayacağın. Yazmaya devam, dedi. Başarısızlık hikâyelerini seviyorsun, dedim. Güldük. Geldiğin yere bak, dedi. Maddi, dedim. Çok çalıştık çok hizmet verdik çok zaiyat verdik. Bu kadarı da olsun. Artık başka zaiyat istemiyorum. Dedim.

Otobüs kalktı.

Saat üç otuz.

Bitmedi. Devam edecek ama ne zaman bilinmez. Bir kez düşünmeye başlamaya göreyim, ardı arkası kesilmiyor.

Onun istediği gizlenen yaşlılık belirtilerini de belki bir ara yazarım. Herkesin bildiğini düşünüyorum. Altmış yaş bir dönüm yaşı. Kırk, elli ve altmış. Yetmişi var, sekseni görürsen günlük yaşar,  her sabah gözlerini açtığında bugün de nefes alarak uyandım, dersin. Yürümeyi unutmamak için yürüyüşe çıkarsın. Haberleri izlersin. Gelecek nesil için umut etmekten başka bir şey gelmez elinden. Onları izler, güzel geçmiş yılları anlatırsın; bizim zamanımızda diye başlarsın… Önümüzdeki kuşak nedeniyle henüz bizim zamanımız diyerek anlatacağın çocukluk hikâyelerini anlatmaya on yıllar var, yani benim için. Şimdiki gençler ve orta yaşlılar için onların çocukluklarında,  nerede yanlış yaptık diye sorgulama aşamasındayız. Şimdilik şimdinin içinde onlarla aramızdaki farkı konuşuyoruz. Elektrik prizden geçmeyince, ellerindeki tatlı akıllı teknolojileri alındığında, ne yapacaklar? diye soruyoruz.

Bitsin artık bugünlük anı şelalesi. Babamı anlatmıştım, değil mi? Onu yeniden anacağım zaten. O ben yaşadığım, çocukları yaşadığı sürece hayatta olacak. Bir de kitabını yazabilirsem bir on on beş yıl kadar da ömrü olur. Yavuz’un Çiftliği😊  ve torunu Gugu ile… Güzel bir masal tadında kitap. Masal desem masal değil; gerçek desem, gerçek değil; roman desem hiç değil.

Ay anımsamak güzel insanları, çok iyi geldi bu gece. İyi ki yakın bulduğum arkadaşlarım var ama bir ay önce onların arkadaşım değil dostlarım olduklarını yürekten hissettim. Böyle insanları bulmak çok zor. Ne kadar şanslıymışım meğer. Sanal ortamda değil onlar, geçek olan yanımda olan dostlar.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*