KİTAPLAR SAYFALAR HİKÂYELER – 26 Mayıs 2024 / Pazar
Adı Müjgan. Bu gerçek adı. Onu bu adla anabiliyorum çünkü artık aramızda değil. Yıllar yıllar geçti üzerinden ve sanırım şimdi kimse hatırlamıyordur. Liseden arkadaşımdı. Evlerimiz aynı yolun üzerinde. Çok sık görüşemiyoruz. O ev işlerinden sorumlu. Evli erkek kardeşi sık sık onlara geliyor, para istemek için ve yemeğini yiyip gidiyor. Onun dışında da anne ve babasıyla yaşıyor; üç katlı bir binanın ikinci katında. Balkonlarını görseydiniz bu eve bunca çiçeğe rağmen karanlık nasıl çöker anlamazdınız. Çiçekleriyle konuşurdu ama yaz öğlesinde sonbaharın ürpertisinden, nisan yağmurlarında korkunç kış gecelerinden konuşurdu. Su verirken çölleri anlatırdı. Yeni açmış çiçeklerini okşarken de ölümü… Binalarının önündeki yoldan arabalar geçip gider, o içeriden sesleri duydukça çıldırırdı. “Ben senin gibi gidemedim,” derdi. Başka şeyler anlatırdı, dinlerdim. Sık sık ne yapması gerektiğini söylerdim. Boş zamanlar yarat kendine, kitap oku, ekmek almaya çık, yürüyüş yap… Mesela bir işe gir. Ücret hiç önemli değil. Bir yerden başla… “Gerçek hayatı kimse görmüyor. Her yer karanlık, bunaltıcı…” Kazak ör. Mesela bana kazak ör. İpi ben alayım. Şiş vardır, evde. Gülümsedi. “Kimse beni anlamıyor.”
Evlerinin önündeyiz. Bahçe duvarına dayanmışız. Mevsimlerden bahar. Öğle sonrası. Balkonundaki sardunyalar çılgın gibi açmış. Küpeli de görünüyor. Duvarın üstünden hanımelleri sarkıyor, mis gibi kokuyor hava. Vallahi yalan bunlar. Bunlar var ama ben de böyle görmüyorum. Ona katılıyorum. Hayat bin kat ağırmış gibi biniyor omuzlarımıza. Arabalar tozuta tozuta ilerliyor. Mazot kokusu sarmış her yanı. Güneşin lekeleri görünüyor. Mavi gök kımıldamıyor, düş bulutları yok. Topraksa karadan da kara. Ölü yiyen böcekler kaynıyor içinde.
Ağzında yarım bir gülümseme. “İyiyim merak etme,” dese de kaygılıyım. Dert bende de aynı. Bir yudum suya muhtaç çöl kadınlarıyız. Arkadaşları görüp görmediğini soruyorum. Görmüyormuş. Bu kasaba boğuyor insanı. Yapacak hiçbir şey yok. Sinema yok. Kadınların oturacağı bir mekan yok. Ancak birbirimize gidip on sekizlik yaşımızla evcilik oyunu oynayabiliriz. Kim kimi istemeye gitmiş? Kimin ne zaman düğünü olacakmış? Birbirlerini seviyorlar mıymış? Kimler okuyor? Kimler çalışmaya başladı? Ya ben ne yapıyorum? “Sen şanslısın okuyorsun,” diyor. “Sevdiğin birisiyle evlenirsin.” Seni istemeye gelen biri mi var, diye soruyorum. Varmış ama o istemiyormuş. Bu sırada yanımıza yavru bir köpek geliyor. Onun bacaklarına patileriyle vuruyor. Bu seni tanıyor, diyorum. “Evet,” diyor. Sokaklarındaki köpeğin yavrularından biriymiş. Dört kardeşlermiş ama sadece bu hayatta kalmış. Diğerlerine ne oldu? “Tarım ilaçlı et vermişler. Hepsi öldü, bu kaldı.” Uzun bir sessizlik. Hanımeli çiçeğine uzanıyorum, küçük bir dal koparıyorum. Ah ben yaşamak için nasıl da tutunuyorum… Kokluyorum çiçeği. Baygın kokusu iyi geliyor. Ona uzatıyorum, kokla bak, ne güzel kokuyor, diyorum. “Ev hep hanımeli kokuyor,” diyor, koklamıyor. “Ne zaman gidiyorsun?” Yarın, diyorum. “Şanslısın.”
Köpek tüm sevimliliğiyle yaklaşıyor ona. Müjgan’ın dudaklarında yarım bir tebessüm. Beyaz köpeği kucağına alıyor, çenesini yalamasına izin veriyor. “Siyah tüyleri olmasa daha çok severdim,” deyince karın bölgesindeki kırçıl tüylerini fark ediyorum. Eve alacak mısın? “Annemler istemiyor. Bahçede bakıyorum.” Tasma tak boynuna, sahipli olduğunu anlasınlar ve ona zarar vermesinler. “Yok bunu öldüremezler. Karnı hep tok. Çiğ et hiç vermedim. Alıştırmadım. Bulsa da yemez.” Ben yine de korkuyorum ama bunu ona söylemiyorum.
Annesi balkondan ona sesleniyor. O köpeği kucağından indiriyor.
Yarın İzmir’den Ankara trenine bineceğim. Bugün valizimi hazırlayacağım. İki üç ay sonra ancak dönerim. “İyi yolculuklar.”
İçeri giriyor. Yoluma devam ediyorum. Eksik bir şeyler var. Söylenmesi gereken ama kurulamamış söylenememiş cümleler. Buradan gitmekten başka çıkar yolu yok ama nasıl gidecek? Nereye gidecek? İnsan istediğini yapamazsa güneşteki lekeleri görür. Beyaz köpeğin birkaç tel siyah tüyünü… Yok ağlamayacağım.
Üç dört ayda bir görüyorum onu. Daha az konuşur oldu. Ben de ne anlatacağımı bilmiyorum. Sinemalardan, tiyatrolardan, konserlerden söz edecek değilim. Ama kitaplardan konuşabilirim. Ona kitaplarımı ödünç verebilirim. İstemiyor. Okuyamıyormuş. Hayal kuramıyormuş. Her gün derdini anlatmak için kendi kendine konuşuyorken, bir an gelmiş konuşamaz olmuş. “Beni kimse dinlemiyor zaten, konuşmaya da ihtiyacım kalmadı o zaman.” Ben seni dinliyorum, diyorum. Gözlerime bakıyor.
Yıllar geçiyor. Onu görüyorum. Benim hastaneden çıktığımı öğrenmiş. “İyi görünüyorsun,” diyor. Evet iyiyim. “Neden ilaçları içtin?” Ölmek istedim. “Ama başaramadın.” Evet. “O öyle yapılmaz.” Nasıl yapılır? “Söyleyemem.”
Yıllar geçiyor. Hastaneden çıkıp yine kasabaya geliyorum. Anneme onu soruyorum. Hayatta olmadığını söylüyor. “Öldü,” kelimesini kullanmadan. Nasıl, diye soruyorum. Susuyor. Ben de ısrar etmiyorum. Kendimi iyi hissetmiyorum.
Yıllar geçiyor. Kasabadayım. Yine bir ziyaret zamanı. Anneme soruyorum. Müjgan nasıl öldü? “Söylesem mi bilemiyorum.” Söyleyebilirsin, ben iyiyim artık. “Tarım ilacı içmiş.” Susuyorum. “Çok acı çekmiş ama.” Onun gözlerine bakıyorum.
Yıllar geçiyor.
Yıllar yıllar sonra onu yaşatıyorum.
Bu akşam Mai ve Siyah üzerine bir sunum dinledim. Bu günlükte de esintisi esiyor kendimce. Ben şanslı mıydım? Yani hayatta kalmak şanssa eğer… Boğazıma bir yumruk oturuyor. Ah Müjgan, nerelerdesin?
Sunumdan önce dışarıdaydım. Bir şişe şarap açtırdık. Bana mısın, demedi ikimizi de etkilemedi. Şişeyi aldık, etiketini okuduk. Erken boşalan kadehlerimize baktık. İstediğin her ne ise iste, dedim ona. Kötü bir felsefe yapıyorum. Uzattığımı fark ediyorum. Artık isteme yaşındasın diyerek noktalıyorum. Gülüyor. Nedenini sorunca da arka masadaki müşterinin gülmesine diyor. Köşeye kadar birlikte yürüyoruz. Öpüyoruz yanaklarımızdan. Karşı kaldırıma geçerken arkasını dönüp sesleniyor. “Haftaya Pazar gününe kimseye söz vermeyin. Yine içelim.” El sallıyorum. Kaldırıma geçince yine arkasına dönüyor, el sallıyorum tekrar. O da sallıyor, koşar adım ilerliyor.
Eve geliyorum. Bugün yine içtim, diyorum. Ama etkilemedi. “Çok içmiyor musun?” Bir buçuk kadeh. “Gerisini kim içti?” Ben değil tabii. “Çok içmemelisin.” Haftada bir, bir kadeh. “Olabilir.” Ona fıtığımı gösteriyorum. Bu mide fıtığıymış. İnternetten araştırdım. “Tedavisi neymiş?” Ameliyat. “Ameliyat yapmazlar. Yaş olarak riskli gruptasın.” Bir şey olmaz. Telefonu çalıyor. Bana selam gönderiyor arkadaşı. Annesi rakı içmeye davet ediyormuş. Olmaz, diyorum. Rakıyı eve yakın bir yerde içmeliyim. Hemen eve dönüp yatmalıyım. Rakı fena çarpar. “Ne içersin,” diye soruyorlarmış. Bira, diyorum. Zoomum var, diyorum. “Bu kafayla nasıl konuşacaksın?” Konuşmacı değilim, dinleyeceğim. Mai ve Siyah kitabının sunumunu yapıyor Gülkız Turan. Yüz katılımcı var. Tam yüz. Ne fazla ne eksik. Sunum sonrası söz alanlar oluyor.
Yemek faslının ardından birkaç kitabı koltuğumun yanına yakın masa üstüne koyuyorum. Faruk Duman’dan biraz okuyorum. Mutedil Dalgalı’dan (Ömür İklim Demir) bir öykü. Öyküleri üst üste okuyamam. Bir öykü yeter. Bir çifti anlatıyor. Kendimizi düşünüyorum ama yazmayacağım.
Şiir kitabından birkaç şiir okuyorum. Osman’ın ilk şiir kitaplarından biri. Son yazdığı kitaptaki şiirlerden farkını anlayabiliyorum. Kör ve tıkanık kalıyor düşlemelerim. Zorluyorum kendimi. Sait Maden’e beni götürüyor bir yerlere ama tarif edemiyorum, anlamıyorum ne anlatmak istediğini, dediğimde böyle olacağı gibi bir şey söylemişti. Evet öyleymiş ilk okuma deneyimlerinde. Daha sonra yol aldıkça dizelerle, hele de güzel şiirde, atların terlerini bile görebiliyormuşsun.
Alaattin Topçu’dan bir deneme okumadan yatmak istemiyorum. “Zaman Geriye Dönmez”mi? Başlıyorum ama yarım bırakıyorum. Bu da beni bir başka yolculuğa çıkartacak. Şimdi çok yorgunum. Müjgan’ı bu gece yalnız bırakmayacağım. Yok yanına gitmeyeceğim, onu yanıma çağıracağım. Yavru köpeğinin adını bile bilmiyorum. O da bizimkilerle birlikte yani gölgesiyle yaşar gideriz kocaman evde. Hepimize yeter.
Sevgili Nermin duygularla yazılanlar beni çok etkiliyor. Kalemine sağlık arkadaşım. Yazmaya devam.
Sevgili Sevin, teşekkür ederim. Duyguların yoğun olmasını istemiyorum ama olmuyor işte.