GÜNLÜKLER -30-
8 Temmuz 2018
Edebiyat Ne İşe Yarar? Rita Felsyki’nin eleştiri yazıları. Okuma öyle ağır gidiyor ki yanlış anlamaktan korkuyorum, elimden de bırakamıyorum; ya sonra?
Tanıma, Büyülenme ve Bilgi bölümlerini okudum. Eleştirmenler kadar yazarlar ve kitapları hakkında da öğrendiklerim beni başka okumalara yönlendirdi. Merak ettiğim yeni roman Tim Winton’un Dönüş kitabı.
Bu eleştiri kitabını bir okur olarak okuyordum ki sonra yazan biri olarak da farklı bir pencere sundu bana. Nasıl yazmalı, sorusunun ardına takıldım. Okuma üzerine yazmak sanırım yeni baştan yazmak gibi bir şey olacak. En çok etkilendiğim ve kendimce kurduğum –dünya ve edebiyatla- bağlarla ilgili yazacağım.
Alışılmışın dışında bir okuma nasıl yapmalı? Yalnızca edebiyat ya da sanat için gerekli değil elbette. Edebiyat ve sanat dünya ile ilgiliyse bana yaşadığım dünyayı da faklı okumama yardımcı olacak. Zaman öyle hızlı ilerliyor ve yapılacak öyle çok şey var ki, yazmak kolay değil. Sadece yazarak değil, okuyarak da bireyi, etrafındaki nesnelerin, insanların ve bilimlerin onu nasıl yönlendirdiğini anlamak. Kentteki her tabela örneğin ister istemez bireyi yönlendiriyor, bakması yeter, ezberlenmiş. Kalabalığın olduğu yerlere yönelme arzusu. Müzik ya da seslerin gürültünün etkisi. Anlaşılan birkaç kelimenin iç seslerine eklemlenmesi. Bir sanatçının eserini yaratması gibi bir şey olmalı her bireyin kendini gerçekleştirmesi.
“Kendi inançlarımızı sorgulamayı öğrenebilir, kendiliğinden görünen tepkilerimizin kültürel baskılar tarafından şekillendirildiğini anlayabilir, kısacası deneyimimizin tarihselliğini kavrayabiliriz.” s.28
Bir tür büyüsü bozulan edebiyatın büyüsünü geri vermek gerek belki de. Büyüsü bozulan yalnızca edebiyat değilmiş, dünyanın da büyüsü bozulmuş. Bu büyüyü geri vermek, bir şekilde bireyin duygularını da geri vermek olabilir mi? Umutlarını?..
“Romanlar bize gündeliğin sıradanlığının yanı sıra, büyüsünü de verir; şeylere sıradışılık zerk eder, cansız dünyaya can katar…”
“Kapitalizm büyülü olana dair algımızın biçimini değiştiriyor, hatta artırıyor olabilir, ama tarihi modern ekonomik sistemlerin çok öncesine uzanan duygusal eğilimleri ve insani özlemleri kavrayarak yapar bunu.” s.90
“Bilindiği üzere, Sirenler efsanesi sesin baştan çıkarıcılığını simgeler. Sirenler bizi, daha iyi kararlarımızı bir yana bırakarak teslim olmaya, rasyonel farkındalığımızın sınırlarının ötesine geçmeye çağırarak, aklın atıl kaldığı bir sırada şarkı söylerler.” s.91
Bu bana çizgi filmleri izleyen çocukları hatırlattı. Hatta çocukluğumdaki bazı okumalarımı. Gerçeklik algımızın kültürel toplumsal olarak belirlenmesi. Ya da izlediklerimizin etkisi. Şimdi sosyal medya da bunun içinde. Bir yandan büyüyü bozarken diğer yandan da insani değerleri kazanabilmek için yeni bir büyü kazanmak.
‘Ana’ romanını düşünüyorum. Öyle yalın yazılmıştı ki öyle gerçekçiydi ki, elimi uzatsam tutabilecektim gençliğimde. Usumda canlanmıştı, harfler ortadan kaybolmuştu.
Şimdi tarih olarak bakmıyorum, yeni bir sayfa açtı yeni okuyuşumda, düşündüm de…
“Edebiyat ideolojiyi kullanmak suretiyle ona meydan okur.” s.102
“Şayet gerçeklik algımız zaten hep kültürel olumsallıklar ve ideolojik önyargılar tarafından şekillendirilmişse ve kullandığımız gramerin kendisi keyfi ayrımlar ve kendi kendine gönderme yapan mecazlarla dolup taşıyorsa, o halde hakikatten söz etme oyunu, görünüşe göre, kesin olarak bitmiş demektir.” s.103
Ama bitmiyor elbette.
““Dışarıda” keşfedilmeyi bekleyen bir gerçeklik olduğu yanılgısından bir kez vazgeçtik mi, edebi uzlaşımları hakikatin keşfi önünde duran birer engel olmaktan ziyade, onu dile getirmeyi mümkün kılan birer araç olarak düşünmeye başlayabiliriz.” s.107
“Edebiyat metninin hakikat iddialarını değerlendirirken ölçü aldığımız dünya hikayeler, imgeler, mitler, fıkralar, sağduyu ürünü varsayımlar, bilimsel bilgi kırıntıları, dini inançlar, popüler aforizmalar, vb. tarafından dolayımlanmış bir dünyadır. Bizler varlığımızı şekillendirip ayakta tutan göstergebilimsel ve toplumsal anlam ağlarınca sonsuza dek kuşatılmış durumdayız.” s.108
Yazacak, alıntılayacak çok şey var aslında.
Yazdıklarımı geri dönüp okuyamıyorum sanki kovalanıyormuşum gibi ya da şöyle demeli, bir hedefim var. Yıllarca dilimi geliştirmeye, sözdizimlerimi düzeltmeye çalıştım. Şimdi bunu terk etmem gerekebileceğini düşünüyorum da. Neyse buna daha zaman var. Tim Winton’un romanı hakkında yazılanlar beni etkiledi. Türkçeye Dönüş romanı çevrilmiş. Konuşma diliyle ve şiveleriyle yazılmış bir roman. Beni etkilemesinin nedeni, çalıştığım yerlerdeki dili aktarmayı hep istememdi. Kendi bakış açımdan değil de onların bakış açılarından. Yaptıklarımı yıkmak da olsa gücüm yeterse bir gün yazacağım.
Edebiyatın büyüsünü nasıl geri verebiliriz? İçsel yolculuklar, duygular. Mekan önemini kaybetti. Kentte her yer aynı, beton. Doğa yok. Doğa ile özdeşlik kurmak yok. Yalnızca yüzler, sesler… Bize ulaşabilenler kadar. Romanlar değişiyor. Dünya değişiyor. İzlemek yetmez. Hep birlikte yaşayacağız. Geçmiş her zaman ders verir, elinden tutulur, yeni baştan ayağa kalkar yürürsün.
Bir cümle daha. Dibe batıyoruz, çoğu hayal görüyor, ölecekler mi yoksa? Bana ne diyemiyorum, düş de görsem. Zweig ilham veriyor. Zambra kışkırtıyor. Manguel kitaplara daha çok bağlıyor beni. Daha birçok yazarlar ve kahramanlar. Büyülü.
Bitti.
Bir yanıt bırakın