GÜNLÜKLER -31-
Uzun zaman mı oldu ne, yazmayalı?
Bu cümle neye inanmak istediğime göre yanıtlanacaktır.
Yok canım, uzun zaman geçmedi.
Epey zaman geçti, yazmalıydım.
Ne uzun ne de kısa…
*
Kendi hikâyelerimizi yazmak, böyle bir şey. Metin, nasıl harflerle nefes alıp veriyorsa, insan da dil ile kendini var ediyor. Var oluşu şekillendiren, başkalarının düşüncesi kadar etkili iç sesler. Neye inanmak istediğinize bağlı.
Psikolojiye her zaman kuşkuyla bakmışımdır. Eğer bir davranışımın nedeni deneyimime bağlıysa, bu davranışım yeni bir deneyimle değişim gösterebilir. İnsanlar genellikle değişmemiş olmalarıyla övünür. Bu hemen hemen olanaksızdır. Dışarıda değişen bir dünya var, canlı bir dünya; yeni deneyimler ve koşullar değişime zorlar, hayatta kalmak için böyle bir şey işte. Fakat bu değişimi fark edebilmek için dili farklı bir şekilde kullanmak gerekiyor. Eğer ki fark edilmiyorsa, değişim iç sesleriyle baskı yapıyor olabilir. Ne yapılması gerektiğini bilmiyorum ama emin olduğum bir şey varsa, değişimin bir başka deneyimle fark edilebilir. Değişen sadece çocuklar değil, onlarla birlikte biz de… Çocuklar için büyüme adı altında bunu normal karşılıyoruz ve deneyimleriyle büyüklerin sözlerine çıkacaklarını ve haklı olduğumuzu göreceklerini düşünüyoruz. Bekliyoruz.
*
Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur adlı inceleme kitabında “Eski halk dansları gibi, edebiyat eserlerini çözümleme sanatını da tarihe karışmasına az kaldı” diyor ilk paragrafında.
Bir metne bakışımızı, metni alımlayışımızı çözümlemeler etkilediyse bugüne kadar, neden bunu da tarihe gömüyoruz? Çocuklara verilen okuma eğitiminde neden metin üzerinde çalışmalar yapmaya devam ediyoruz? Neden bir metni ikinci okuyuşumuzda bir başka yolculuk yapıyoruz? Neden defalarca okuyabileceğimiz, başucu dediğimiz kitapların varlıkları devam ediyor?
Neden şiirler açıklanma beklemiyor, göremediğiniz bir dünyaya kapılarını açıyor ve bu dünya ifade edilemiyor? Bu ifade edemeyişi, ifade edebilmek için düşünüyoruz. Ya bir şarkı? Ya bir roman, öykü, resim, fotoğraf…
Birçok şey değişim adı altında bir başka şeye dönüşüyor. Kitaplar bir zamanların içinde kaybolunan bir ormanken, denizken; deneyim alanıyken… Şimdi bunun yerini ekranlar alıyor. Ekranlarda verilenler de bir hikaye, sözlü ya da görsel ama görsel olarak bizi sınırladığı bir gerçek. Kitaplar gibi değil yani; kitaplardaki görselliği kendimiz belirliyorduk, anlatılmayanları anlamaya çalışıyorduk. Şimdi çalışacak bir şey kalmadığı için sanırım tarihe karışanlar var.
Oysa ben saf bir şekilde sormaya devam etmek isterdim, “Kahramanınız, gittiği yerde mutlu mu?” Yani ben de gidebilir miyim, demek oluyor bu. Ekranda gördüklerime bu soruyu sormama gerek kalmıyor, aynı cümleleri kurmam, davranışlarımla göstermem yeterli geliyor. Sorgulamıyorum, merak etmiyorum; sadece özdeşlik kuruyorum. Sokağa çıkıyor, yeni bir ben görsel olarak kuşanıp rol yapıyorum.
Sahi nereye doğru gidiyoruz? Bir şeyler tarihe karışıyorsa, ona karşılık gelen bir başka şeyin gündemde olduğu biliniyor demektir. Bizi bekleyen neler? Beklemek?.. Beklemek üzerine de neler yazıldı neler. Hayatın çıkmaz sokakları, beklenen korkular, sevgisizlik, aşksızlık…
İşte konu dönüp dolanıp aşka ve sevgiye geliyor. Ne denirse denilsin, değişmeyecek bir şey var; bugün çok komik de kalsa sevgi ve aşk bitmiyor. Bu bittiği an karşı kutbunda yer alanlar gündeme gelecektir. Böyle olması isteniyor, yoksa kelimeleri kutuplaştırmazlardı. Ek kutuplaşmadan da kurtulmak üzere ama olumsuz yanlar ağır basarak ilerliyor zaman.
*
Her gün okudukça, önceden yazdıklarımı komik buluyorum. Kendimi iki kutup arasında bırakıp tüm gücümle insan olana doğru ilerlemeye çalışıyorum. Yazdıklarımın yanlış değil, değişim içinde olduğunu, hemen hemen değişimlerin böyle olacağına inanıyorum.
Mektuplarıma Geceleyin Mektuplar adını verdim. Yayınevine gönderdim. Basılmasını istemiyordum, çünkü çok önceden yazılmış olması gerekiyordu. Bana verilen ve tanınan eril dili çok önceden değiştirmem gerekiyordu. Tanımlanan ben yerine, tanımladığım ben olmalıydı bugüne kadar. Öyle zor ki yeni bir sözdizimi kurmaya çalışmak. Yeni işim; işim okumak ve yazmak olsa da zorlandığımı itiraf ediyorum. Romanlar, öyküler, masallar, efsaneler… Kısacası kitaplar. Bir yandan bunları okunuyor, diğer taraftan da kuramsal kitaplarla çözümlemeler yapıyorum. Önyargılarımı, düşüncelerimi değiştirebilmek ve yeni bir dil oluşturabilmek… Davranışları değiştirmek…
Benim değişmem, etkileşimde bulunduğum insan için de değişimdi. Öyle inanıyordum. Sanırım inancımı da kaybettim. Sessizliği tercih etsem de yazmadan duramıyorum, demek ki hâlâ direniyorum. Gerçi yalnız değiliz, bunu biliyoruz. Sadece değişimimizin nereye doğru olduğunu kestiremiyoruz. Karşımıza çıkan günlük tuzakları geçmekle meşgulüz. Bu kent bize benziyor, yaşadıklarımızı özetliyor.
Yayalara yanan yeşil ışıkta geçerken bir arabanın altında kalabiliriz. Yürüyen merdivenlerin basamakları açılabilir ve düşebiliriz, asansöre adım atarız boşluk, bir duvarın önünden geçerken ya da bir tabelanın…
Olmayacak şeyler için de korkabiliriz. Ne çok korku kültürü var bize. Ne çok hem de. Hele kadınlar için. Bunları yazmayacağım bile.
*
Geceleyin Mektuplar bitti ama son son olarak bitmedi. Merhaba diyordu, son cümlesi, merhaba. Her yeni yazı yeni bir merhabadır aslında.
Modern olamadan, postmodern dönemi yaşayacağız derken, modernin de gerisine düştük. Şimdi metamodernizm nasıl olacak, bilemiyorum. Hani tam da postmodernizmi yaşıyordum derken…
Hayatlarımızı parçalıydı. Parçalanmıştı. Üstelik bunu biz birbirimize yapmıştık. Yıllar önce etkili ana baba ve öğretmen eğitimi yaygınlık kazanmak üzereydi. Üzülüyorum, kızıyorum, istemiyorum… Duygularımızı ifade ediyorduk. Bu ifadelerim yüzünden az mı kazık yedim? Ne çok zevk alıyoruz, aldık. Artık seviyorum, aşık oldum da denilmemesinin nedeni bu olsa gerek.
Nereye doğru gittiğimizi anlayabilmek için konuşmanın yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu da okuyarak öğrenilecek. Umberto Eco, yazdığı bir romanda olayın geçtiği mekanı görmeye gidiyor, inceliyor… Kahramanı, var olan bu mekana yerleşiyor.
Kral bir tablonun önünde duruyor; küçük bir kasaba tablosu. “Bu kasabanın nüfusu kaç?” diye soruyor.
Ben de sorsam ne sorardım? İlk aklıma gelen, “Burada kiralık bir ev bulabilir miyim?”
İşte hayat bu. Yaza yaza, çize çize.
Artık geleceği değil de sadece önümüzdeki tuzakları görebiliyoruz. Yok canım, miyop falan değilim, simülasyon…
Çalışmak gerek. Çok çalışmak.
Değişim yaşamın bir yasası. Bizi değiştiren nedenleri iyi irdelemek gerekiyor. Her şey değişiyorken değişmemek ve direnmek kendimizle inatlaşmak olur. Buda bize mutsuzluk olarak geri döner. Yaşayarak faturayı öderiz.
Okuduklarımız, duyduklarımız ve gördüklerimiz; bakış açımızı, insan ilişkilerimizi ve çevre ile kuracağımız ilişkilerin niteliğini beliriyor. Kurduğumuz ilişkilerde aldığımız tadı ve sürdürülebilirliğini.
Sevgi ve aşk olmalı . Olmazsa yaşamın bir anlamı olmaz . Cehennem sevginin bittiği yerdir. İnsana , doğaya, hayvanlara bitkilere ; doğadaki her şeye. Etkili güzel bir yazı. Tad alarak okudum . Okuduğum her yazı bana bir şeyler katar. Sevgiyle kal.
Uzun zamandır yoktun. Hoş geldin.
Doğrusu ben Eaglaton’un edebiyat eleştirisinin geleceği konusundaki düşüncesine katılamıyorum. Kitabı okumadım, Eaglaton bunu hangi bağlamda söyledi bakmak lazım. Ama edebiyat eleştirisi üzerine bir yöntem kitabı yazan bir yazarın, bu konuda karamsar olması biraz garip. Edebiyat var oldukça edebiyat eleştirisi de var olacaktır. Evet doğrudur görsel olanın ağırlıkta olduğu, sinemanın, dizilerin popüler sanat haline geldiği, “Çalı Kuşu’nun romanı da çıkmış” durumlarının yaşandığı, hatta özellikle çocuklara yönelik sinemada oyunları sinemalaştığı bir görselli dominant hale gelmiş. aynı popülizm etkisini edebiyatta da gösteriyor. Ben mesleğim ile bir örnek vereyim. Bigisayar kullanımı ve sistem yönetimi için artık yazının klavyeden yazılma anının bile videoya alındığı “eğitici” videolara rastlayabiliyoruz. Oyda resimli yazı karmaşık olmayanlar için daha uygun olabilir.
Yazılamak üzere yayıncıya gönderilmiş mektuplara gelince, Freudyen yazar Darien Leader’in yazdığı “Kadınlar Neden Yazdıkları Her Mektubu Göndermezler” kitabı aklıma geldi. Şaka için bir anıştırma tabii bu. Yıllar önce olsa ciddiye alırdım bir Freudyen olan Leader’in yazdıklarını, ama Freud gibi Viktoryen döneme özgü insanlardan söz ediyor aslında. Siz çok güzel açıklamışsınız nedeninizi, herşey değişiyor ve artık yazdıklarınız sizi anlatmıyor. Ama yine de sizin geçmişiniz de sizin bir parçanızdır ve benzer durumda insanlar için bir empati yaratabilir. Bugününüzü anlatmadığnı belki yazcağınız bir önsözde belirtmek isteyebilirsiniz.
Çok güzel yazdınız. Daha çok okumam gerekiyor ve yazmam. Tarihe artık çok önem veriyorum. Sadece kişisel tarih değil elbette. Bizi biz yapan geçmiş ve şimdi ve yaratılmak istenen gelecek… Onun arasında da anlatılan hikayeler. Kaç kişi kendi hikayesini bağımsız bir şekilde kendisi anlatabiliyor? Düşünceme göre anlatı başkalarının anlattıkları üzerinden ve özellikle de savunma tarzında. Haklı olduğunu anlatma çabası. Ah zaman zaman, diyorum. Kolay da olmuyor ki öğrenmek.
Terry Eagleton alıntıladığım yazının devamı şöyle, “Elinizdeki kitap edebi biçim ve teknikleri üzerine eğilerek bu geleneği kurtarma çalışmalarının mütevazi bir parçası olmayı amaçlıyor.”
Kitap hakkında yazmak isterdim ama her cümlenin altı çizilmeyi bekliyor. Yorum yapmam olanaksız. Ardına takılıyorum sevdiklerimin.
Çocuk kitabımda hikayeyi bir döngü içinde vermiştim. Okudukça kendi yazdıklarımı bile yazarken yazdığım gibi olmadığını görüyorum. Eğer ki kendi hikayemi yazarsam, herkes yazarsa değişimi yakalayabiliriz. Küçük kurgular çoğu zaman hayat kurtarır. Bunu ikimiz de biliyoruz.
Sevgiler.
Siz içeğinine yoğunlaşın yeter, anladığım kadarıyla profesyonel düşünüyorsunuz, bu güzel. Site ile ilgili konulara takılmayın, elimden geldiğince ve bilgim ölçüsünde yardımcı olurum.
Harikasınız. Teşekkürler 🙂