GÜNLÜKLER -26-

GÜNLÜKLER -26-

Bugün atölyede beşinci haftayı doldurduk. Bugüne kadar atölye hakkında yazmadım. Oysa ben de arkadaşlarımla birlikte çok şey öğrendim. En azından bu farkındalıklarımı yazmalıydım. Ya da yaratmak istediğim farkındalıkların, farkında olduklarım.

İlk haftalar anlatıcı üzerinde durduk. Herkes anlatıcı sesini buldu. Birinci tekil şahıs ya da  üçüncü tekil şahıs. Birinci tekil şahıs anlatımlarında ister istemez dönüp dolanıp kendi hikayemize döndüğümüzü fark ettik. Ben anlatıcıda ben ısrar ettiğimi belirttim. Bu bana kolay geliyor. Arkadaşlar yazmaya yeni başladıkları için zorlandılar. Çözüm kolay, hemen üçüncü tekil kişiye dönülmeli. Yine bir zorluk var, zaman zaman birinci tekil şahıs anlatıcı ortaya çıkıyor.

“Kadın, çantasını sırtına attı ve trene atladı.”

Bu cümle ile başlayan bir öykü yazdık. Kadın hakkında hiçbir şey bilmiyoruz. Karşımıza nasıl bir kadın çıkacak? Sonuç belirsiz oldu. Bunu aramızda konuştuk. Necdet Neydim’in üniversiteli gençlerle yaptığı çalışmayı anlattım. Aynı anlamı taşıyan iki cümle gençlere de verilmişti. Orada kadın kelimesi de yoktu. Gençlerin yazdığı öykülerde, özgür düşüncenin ve hayallerin izlerine rastlanmadı. Hayal dünyamız yok, acı gerçeklerin dışında bir şey yok. Umut peşine düşün, kaçan, giden var ama.

Çantasını sırtına attı ve trene atladı. Hayal edemediğimiz bir yaşamı yaşayabileceğimize de inanamayız.

Bugün arkadaşımız dört kitap getirmişti. İkisi okumadıklarımdandı. Şöyle bir çevirdim sayfalarını ve birkaç paragraf okuyup bıraktım. Yaşadığımız çevreden bir kadının öyküsünü yazmaktan yanaydım. Aynı meslekten olmayacaktık. Sokakta, iş yerimize gelen dışarıdan birisi, pazarda, markette… Bunu yazmakta zorlandık. Yazılar okundu. Ardından da arkadaşımızın getirdiği kitapları aldık elimize ve rastgele sayfalarını açıp okuduk. Dört kitap. Okumadığım iki kitap tam olarak farkındalığımızı sağladı. Size ne yapmanız gerektiğini, ne düşünmeniz gerektiğini söyleyen birisini ne kadar dinlersiniz? İki kitabı eledik. Yazdıkları yazıyı yeni baştan yazmalarını istedim. Duygu, düşünce olabildiğince az olacak. Öznel olmayacak. Çok zor oldu ya da olmadı diyelim. Yazılardan birini aldım ve nasıl düzeltileceğini gösterdim. Olmadı. Çok zordu. Yazı kısalmıştı. Üstelik anlatım bozuklukları önceden yokken, cümlede anlam bozuklukları da olmuştu.

Duygular ve düşünceler değişebilir.   Ama davranışlar değişmedikçe,  duyguların ve düşüncelerin değişmesi bir şey ifade etmez. Yazılardan birinde,  gecenin ilerleyen saatlerinde yan daireden gelen çığlık seslerine ve kapı çarpmasına uyanan bir kadın anlatılıyordu. Uyanıyor, kapıya gidiyor ve kapıyı açıyor ve karşısında kadını görüyor, içeri alıyor. Şiddet ayrıntılarıyla anlatılmalı mı? Okuduğum romanlarda şiddet olayları bir cümle ya da iki cümle içinde yer alıyor. Son okuduğum romanda “bana tokat attı” diyor kadın. Tartışmalarının ayrıntıları yok. Biz hele de biz kadınlar bunu gayet açık bir şekilde doldurabiliyoruz. Yaşamayanlar yaşayanlardan biliyor. Kadınlar kendi aralarında konuşuyorlar. Bu konuşmaları bile ayrıntılamaya gerek duymuyorum. Ne duygu ne de düşünce olarak vermeye çalışmayacağım. Öyleyse nasıl yazabiliriz, sorusuna yanıt aradık. Aklıma geleni söylemedim elbette. Şöyle. Bir erkek arkadaş okumak istediği kitabı söyledi: Boş bir kitap. Ben de hayal kurdum, bir kitap: Tartıştılar. Yattılar. Tartıştılar. Yattılar. Tartıştılar. Yattı. Tartıştı. Yattı…  Böyle sürüp gidecek bir kitap.

Sonuç hüsranla bitti. Ama ders süresince çok güldük. Bu da bir farkındalıktı.

Öyle bir dil oluşturmuştuk ki duygularımızdan ve düşüncelerimizden başımızı kaldıramıyorduk. Sürekli kendimizi aklama çabası, anlatma çabası… Duygu düşünce. Eylemsizlik. Diğer yandan okuduklarımız, bizim günlük yaşamımızdaki yükleri ağırlaştırıyor.

Arkadaşlarıma önereceğim. Kitabevine gidin ve merak ettiğiniz kitapları alın, sayfalarını çevirin, okuyun. Birkaç sayfa size kitap hakkında fikir verecektir. Bize büyüklerimizden kalan miras, aile mirasımız kadar coğrafi mirasımız da acılarla doluydu. Anlatılmayanlar aramızda kalırdı. Kadınlar ailelerinden kalan mirasın –coğrafi yapısıyla kuşanmış ataerkil şiddetin- hakkından gelirse, coğrafi mirasla da baş etmeyi öğrenecektir.

Yıllardır söyler yazardım, anlamayacak anlaşılmayacak ne var diye. Bal gibi de anlıyoruz işte. Artık anlıyoruz da başka şeyler de anlatmaya çalışıyoruz.

“Ben artık istediğimi yapmak istiyorum. Baskı altında olmak istemiyorum. Ne ailemin ne de yakınlarımın ne de içinde yaşadığım toplumun. Ben kadın olarak var olmak istiyorum.”

Ne yapmak istersin, diye sorsalar. İşte o zaman hayal kurmak gerekecek. Bu kurulacak hayallerde ne duyguya ne de düşünceye yer vardır. Değil mi?

Sevgiyle bitirmek istedim günü. Sevgi ya da nefret deriz. Kutuplaştırırız. Oysa sevginin karşısında sevgisizlik vardır. Kutuplaşmalardan ne zaman kurtulduğumuzu fark edersek o zaman özgür olabiliriz. Bize bu kutuplaşmaların varlığına inandıranlar gerçekten kimler?

Aşk geçer. Çocukluğun geçtiği gibi geçer gider. Bir daha geri dönülemez. Çocukluğa dönülemeyeceği gibi.

Sevgi geçmez. Sevdiklerimiz artık sevmese de bizi.

Sevmeyeceğiz elbette herkesi.

Yazının sonu. Yaşadığım çevreyi biraz daha genişlettim ve coğrafyamız içine yerleştim.

Seçimlere de az kaldı.

Hiç aklımdan çıkmıyor ki.

 

 

2 yorum

  1. Çevresel etkilerden kurtulduğumuzda özgürleşiyoruz. Sorun bunu nasıl yapacağımızda. Duygularımızın esiri olmaktan kurtulunca özgürleşebiliriz. Sen yapabilirsin. Benim biraz daha çalışmam lazım. Cehennem sevginin bittiği yerde başlıyor. Sevgiyi güçlü tut yüreğinde. O zaman mutlu oluyorsun . Hem özgür hem sevgi yüklü günler dileğiyle.

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*