YENİDEN GÜNLÜKLER -4-
20 Mayıs 2019
Birlikte okunan kitapların son sayfaları da kapandı. John Berger, Bir Fotoğrafı Anlamak. Selim İleri, İstanbul Hatıralar Kolonyası. Selim İleri, İlkgençlik Çağına Öyküler Birinci Cilt. Geriye kalan hüzün.
Fotoğrafları düşündüm. Öyküleri beraberinde. Bana ait zihnimde kalan kareler an’ların hikayelerini ve bugünün kameralarında iz bırakan an’ların hikayelerini. Anımsanışlar. Mesut İnsanlar Fotoğrafhanesi öyküsünü ansıdım da yazarını anımsamadım. İnternetten buldum. Ziya Osman Saba. Yeniden okumak istedim. Anımsadıklarım doğru muydu? Evde yok. Arkadaşlarımı aradım sordum. Onlarda da yok. Lisenin kütüphanesinde de yok. Olsa fotoğrafını çekip göndereceklerdi. Çünkü hemen okumak istemiştim. Kütüphaneler. İlçenin kütüphanesine gittim ertesi gün. Bilgisayardan bakıldı ve bulunamadı. Büyük kayıp. Öykü kitaplarının bulunduğu raflara bakmamı önerdiler, belki kaydı tutulmamıştır. Baktım. Büyük kayıp hem de çok büyük. Yalnız o mu? Birçok yazarın eksikliğini fark ettim. İki kitapla görevlinin yanına döndüm. Bulamadım ama bunları yeniden okuyabilirim. Biri Yusuf Atılganım Bütün Öyküleri kitabı. Israrla soruyorum. Öykü antolojisi de mi yok? Belki ben göremedim. Gözümden kaçtı. Yok. Yokmuş. Ne üzücü. Dişlerimi göstererek gülmek… Başka zaman olsa bu acıya gülebilirdim. Acı bir tebessüm, kaybedişin. İl kütüphanesi önerildi.
Yaratıcı Yazarlık Atölyeme yönelik kitaplar okuyorum. Öyküler seçiyorum. Öykülerimi. Çözümlediklerim daha doğrusu çözümlemiş olduğumu sandığım öyküleri. Olmadı. Yardımıma yetişen internet kitabçıları oldu. Sipariş verdim. Atölye ikinci haftasını doldurdu. Geriye iki hafta kaldı. Her şeyi bir anda verme telaşı var. Belki devam ettiremeyeceğim. Olasılığı oldukça fazla. Yeni bir döneme adım atmak üzereyim. Benim yazdığım öykülerin okurlarla buluşmalarına tanık olacağım.
Selim İleri’yle yan masalarda oturduk, kitap fuarının bir kafesinde. Birkaç kitabını okumuştum ama kendime güvenmiyordum. Yanına gidemedim. Yalnız oturdu. Ben arkadaşlarımlaydım. Aklım yazarımda. Şimdi olsa yalnızca dinlemek için masasına giderim, diye düşünüyorum. Acaba anlatır mıydı? Şimdi düşündüm de sanırım… Ben konuşsam, bende bıraktıklarını… Yok bunu da yapamam. Birlikte sessizce otursak. Bir fotoğraf. Sonsuzluğu anımsatan bir kare. İstanbul’unu dinlesem sessizliğin içinde. Seçkilerindeki yazarla kendi hikayelerimizi düşünsek. Yeni düşünceler, yeni anlamlar çözümlemeler içindeki hikayelerimiz… O güldüklerim. Şimdi sadece bir hüzün. Yaşlandım sanırım. Yeterince yaşanmışlık var. Artık biriktirmek istemiyorum. Yine de başaramıyorum bunu. Geçmişe gidiyorum. Geleceği düşünüyorum. Şimdiki zaman, bir başka kareyle kaydediliyor.
Sanırdım ki…
Günlük rutin hayat içinde bildiği kelimelerle hep aynı hikayeyi anlatmaktan sıkılmayan hatta fark etmeyen, hayatım roman dediği bütünü aslında bir türlü yazıya dökemeyen insanları düşünüyorum. Hayalet yazarlara gereksinme bundan sonra önem kazanacak gibi. Okumak nedir? Neyi değiştirir? Günlerin tekrarını değiştirir, başka türlü düşünebileceği öğrenir insan. Aynı insan değildir artık, hikaye de aynı hikaye değildir. Hatta sürekli söylenen ama zihnin içinde yer alamayan, farklılıklara saygı gösterildiği söylemi. Hâlâ geleneklerimiz eski kuşaklarca korunuyor. Otobüslerde, dışarıda olsa birkaç metre uzağından geçtiğimiz insanlarla temas etmek saygıyla. Teşekkürler, saygılı davranışlar. Sanki dokunmuyormuşuz gibi, hiç yüzüne bakmadan dikilmeler. Elbette sınırı aşanlar da var. Ama bu tamamen kaybettiğimiz anlamına gelmiyor. Farklılıklar ancak okudukça kabul ediliyor ve zihin artık kabulleniyor. Sokaklarda da bir araya gelebilen yürüyebilen insanlar onlar. İnsanların kendi dünyalarına gömülüp kalmamaları, birbirlerini görebilmeleri. Oysa şimdi daha çok aramızdaki mesafeyi artırıyoruz, bir arada yürüyemeyenler olarak. Kaderleri kendimiz yazmış olduğunu da sorgulamıyoruz artık. Başkaları bekleniyor, süper kahramanlar çıksa yardımcıları olacakmışız gibi.
Bir an her şeyi unutturan sığınılacak, eller. Yok. Romanlarda da hemen hemen olmadı. Olanlar yalnızca pembeydi bakışlar.
Bugün de yazarım gibi ağlamadım ama içimde bir burukluk bıraktı. Ödenen bedeller… Acı veren ilişkiler. Ya diğer insanların… Bu kültürde hiçbir zaman yalnız olmadık. Hepimiz bir şekilde aynı duyguları hayatları yaşadık. Geçmişe götürdü beni İlkgençlik Çağına Öyküler. Hiçbir zaman aynı şeyler yaşansa da aynı hikayelerin yaşanmadığını öyle ya da böyle söylenecek yeni şeylerin olduğunu hissettim. Geçmişten günümüze ulaşan değişen öyküler üzerinde geleceği görmeye çalışmak… Nereye gidiyoruz? Zamanda yaş olarak ilerleme var. Ya düşünsel zaman… Zaman geçti mi, geçmedi mi? Bir yanılsa mı yoksa değişimin olduğu? Ah, yazdığım çocuk öyküsü aslında hiç de masum değilmiş zamanı işlerken. Hiç de masum değilmiş renkli yolları anlatırken. Baharın gelişini izleyiş. Günlükler.
Atölyede çok güzel farklı farklı öyküler yazılıyor. Ellerimizde telefon, internette araştırarak yazdıklarımız. Etkileniş. Anımsayışlar. Harmanlamalar. Dönüştürmeler. Ağız dolusu gülmek için çocuklarla olmak da çare değil. Ne yazmıştı on yaşındaki kız çocuğu, sarı renk için. Sarı ayçiçekleri güneşe çevirdiler başlarını ve onu izlediler. Fark etmeden yazdıklarımız, anlattıklarımız, düşlerimiz…
Susmak, onaylamak ya da bilmemek anlamına gelmiyor. Ya da geliyor bazen. Bu da karşımızdaki insana bağlı olarak değişiyor.
Şimdi öykü kitabının ikinci cildine başlayacağım. Yalnızca öykünün gelişimine değil, insanların değişimine de tanıklığı olacak, okumalarım.
Nasıl da korkmuştum, gecenin ilerleyen saatlerinde ormana çöken sessizlik ortasında, yıldızlar yeryüzüne düşerken. Korkuyla içeri girip televizyonu mu açmıştım? Şimdi kendi sessizliğime alışıyorum ya belki ormanda gecenin ilerleyen saatlerinde çöken karanlık ve sessizlik beni korkutamayacak.
Bir yanıt bırakın