GÜNLÜKLER YENİDEN -2-

GÜNLÜKLER YENİDEN -2-

9 Nisan 2019

Geçmiş anımsandıkça yakınlaşır mı dün bugüne? Geçmiş olan bir kuşağın geçmişini okuyorum. Geçmiş olan bir kent, İstanbul. Aranan çiçekler, ağaçlar, deniz ve plaj ve ve ve… Ne kaldı ki bana anımsayayım çocukluğumdan geçmişin izlerini arayacağım. Geç kalmak var bugüne, mazi olamadan kaybolacak olan bugün. Bunları yazmalıyım. Bir kente sevdalanmayı. Uyanmak bugüne.

Zaman hızlı mı yavaş mı geçiyor düşünmedim, demek ki normal her şey. Utrecht güzel. Dört yıl önce Amsterdam’a gelmiştim. Güzeldi ve kenti sevmiştim. Kanallar boyunca su üzerinde sıralanmış evlere bakarken anımsamıştım bir öyküyü. Bilinmeyen Adanın Öyküsü. Çekirdek karşımda duruyordu. Kanallar boyunca demir atmış, hayatının sonuna dek kalacak ada parçacıkları. Kanalın kenarında yer alan banklardan birine oturdum. Sigaramı yaktım. Ördekleri güvercinler, karabataklar… Martılar yok. Olsun, diğerleri onu aratmıyor diye avunuyorum. Karabatakların suyun üzerinde koşarak kanat çırpışları ve çıkardıkları sesler beni su yüzüne çıkarıyor. Bu kuşlar sanki başka dilde ötüyor. Arkamdaki bisiklet yolundan geçenlerin arkasından bakıyorum. Büyük yolların arasında kalan binalar birbirlerinden çok uzakta kalıyor. Hani burada yaşayan arkadaşımın anlattıklarını bilmesem yaşamak başka diyeceğim. Hayır, her yer aynı. Sadece konuştuklarımız bizi biz yapan. Burada siyasetten konuştuklarını sanmıyorum. Hani bizlerin bir araya geldiğinde ilk konuşma konusu olduğu gibi değil. Çünkü bir şekilde herkes görevini yapıyor.

Bugün bir arkadaşıma yazdığım gibi, çalışın köleler, demiyorlar burada. Bu ekmek için, bu araba, bu benzin, bu kira, bu borç için… Her birine de vergiyi ve faizini ekle.

Aslında böyle de değil burada. Kaldığım yerden böyle görüyorum. Yine de en iyi gördüğüm yer bu ülke oldu.

Paris’e, sevdiğimle buluşmak için bir öğle vakti uçağa atlayıp gitmeyi, şarap eşliğinde akşam yemeği yedikten sonra akşam geç saatte uçağa atlayıp İstanbul’a dönmeyi düşlerdim.  Gittim. Sevdiğimle birlikte bir uçakla Amsterdam’dan Paris’e uçtuk. Gezdiğimiz yerler hayal kırıklığı yarattı. Ne şarap içtik, ne de geri döndük düşte olduğu gibi olmadı. Bir gece orada kaldık. Fotoğraflarda durduğu gibi durmuyor hiçbir yer. Yoksunluk ya da yoksulluk film altı ediliyor.

Prag’a gidince ilk işim Kafka Müzesi’ne gitmek oldu. Daha doğrusu gitmek istedim. Birkaç yere sorduk nerede olduğunu. Hatta Kafka adında bir restorana bile sorduk. Bilmiyorlar ya da söylemiyorlar ya da İngilizce bilir gibi yapıp aslında bilmiyorlar. Sonunda bulduk. Güzel bir müzeydi. Fotoğraf çekimleri yasaktı. Sonra Kafka’nın yaşadığı evi görmeye gittik. Bunun dışında gördüğüm insan manzaraları hiç de yabancısı değildik. İşi eğlenceye verip gezdik. Otel nehir kenarındaydı ve sinekler çoktu ve hava inanılmaz boğucuydu.

Roma. Fotoğraflarda durduğu gibi durmadı. Dönmek istedim Amsterdam’a. Bir daha gitmek isteyeceğim tek şehir Amsterdam olurdu ancak. Dört yıl sonra işte yine geldim.

Utrecht güzel, en azından benim bulunduğum yerden bakınca. Yollar geniş. Bisiklet yolları geniş. Otobüsler yarı boş. Kanallarda kürek sporu yapıyorlar. Onları izliyorum. Yarış bisikletlerini de görüyorum. Araba… Yine parayı araya koyuyordum. Unut gitsin ne diyeceğini.

Fotoğraf çekeyim diyorum da neyin fotoğrafını çekeyim bilemedim. Bir ada olan teknelerin fotoğraflarını  çektim.  Aklım öyküde kalıyor. Herkes gitmek istiyor ama kimsenin gittiği falan yok. Çalış…

Hayır gitmek gerek. Burada kalmak için çok geç. İstanbul’a…

Çalış…

Dışarı çıktım. Karanlıkta akan suya baktım. Evlerin ışıkları vuruyordu üzerine. Ağaçlar rüzgârsız havayı bulmuş, yeni açan yapraklarına boy veriyordu.

Şiir yazmalı. Hikâye yazmak çok zaman alıyor. Her düşündüğün yazıya geçmiyor. Şiir özüdür hikâyenin. Hikâyesi olmayan bir şiir yoktur. Bir evin şiiri olur mu? Yuka ve Emo ya da Eme. Onlar için saksı, toprak, güneş, su. Onlar için mama, su, güneş ve tırmalama ağacı. Ama illaki sevgi.

Ya İstanbul?

Ya Utrecht?

Madem sevdim, her ikisi için de kötü bir şey yazmayacağım. İnsanlarını. Değişmemelerini.

Mayıs ayında da İzmir’i seveceğim. Dokunacağım sokaklarına, insanlarına, martılarına…

Kentler aslında hiç değişmeyecek. Konuştuğumuz şeyler değişecek ve bizi biz yapacak. Anlattığım hikâyeleri düşünüyorum. İstanbul öyküleri okudukça neleri kaçırdığımızı anlıyorum. Bugünü.

Burasının havası, suyu ve insanlarının hikâyeleri farklı. Ama farklı olduğunu bilmek, bilmek anlamına gelmiyor. Anne Frank’la başlanabilir. Sonra… Kısa bir araştırma sonunda istediğim kadar bilgiye ulaşmadım.

İstanbul’a nereden başlanır? Elbette benimle başladı İstanbul. Bu kente çalışmak için gelmiştim. Kadıköy sahillerinde bir zamanlar altın aranırmış. Derenin timsahları olurmuş, kurbağalar yem olur… Haydi başladı hikâye.

Seni anlatabilmek için yüzyıllar öncesine gidemedim. Çünkü her birinin izlerini hâlâ yüz çizgilerimde taşıyorum. Bir ömür taşıyor bütün yüzyılları.  Emeklemekle başlıyor, bastonla taşıyorum mezara.

İstanbul’u gerçekten sevdim mi? İstanbul beni sevdi mi?

Çalış…

Başka ne istedi ki?

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*