GÜNLÜKLER – 30 Temmuz 2020
Coronavirusten evde kal çağrılarının bir şekilde doğa için yararlı olduğunu gördük. Parklarda, sokaklarda yaşayan hayvanlar, bitkiler beş altı ayda kendine geldi. Eskiden kadınlar kapı önlerinde oturup yoldan geçenleri seyrederdi. Şimdi de dairelerin pencerelerinde birçok başlar göründü. Bu defa seyredilen boş sokaklardı. Sokaklardan bir kedi geçse, havada bir kuş uçsa da gelip cama konsa, -kargaya bile razı olanlar oldu- diye beklendi. Köpekler toplatılmış, bir barınağa terk edilmişti oysa. Kediler hor görülmüştü. Çocuk sesleri başlarını ağrıtmıştı herkesin. Ama sadece doğaya değil insan doğasına da iyi geldi evde kalmak. Durup bir baktılar günlük koşuşturmalarına. Bir şeyler eksikti ama ne?
Bir sokağa çıkmak serbest olsa… O günler için ne düşler kuruldu kim bilir. Ama evde de herkes birbirini tanıdı. Zorunlu birliktelik, üstelik daracık mekanlarda. Mutfağı da salonu da birkaç kişi birden paylaştı. Televizyon kumandanı eline almak için tartışmalar yaşandı. Üç kişinin olduğu yerde bir kişi mutlaka dışarda kaldığını hisseder. Öyle de oldu. İki kişi iyi anlaştı, üçüncü kişi kendini dışlanmış hissetti. Bunların hiçbiri konuşulmadı çünkü ipler kopardı.
Ben de üçüncü kişiydim. Tehlikeli ve sakıncalı olan davranışlardan, konuşmalardan kaçınmak için çok dikkatli oldum. Üç kişi bir aradayken iki kişinin anlaşması için taktiklerim vardı. İki kişi kalınca başka davrandım. Yatma kalkma saatlerini bile değiştirdim. Yemeklerde bir arada oluyorduk ama konuşmak yerine sessizce haberleri izliyorduk. Televizyon seyretmek isteyen odaya çekiliyordu. Yemek bir kişinin üzerindeydi. Alışverişe üçümüz de çıkmıyorduk. Dışarıdan birisine sipariş veriyorduk. Steril bir şekilde yaşadık. Geçmişten olduğu kadar gelecekten de steril etmiştik kendimizi. Sadece bugün vardı. Bu nedenle de ağlaklı yazılar yazamıyordum. Corona günlüklerim öylesine sadeydi ki. Diyaloglarımız günlüktü. Haberler dışında her şey iyiydi. Yiyor, içiyorduk; yememiz azalmıştı çünkü enerji harcamıyorduk. Küçültmüştük tabaklarımızı. Ben işin dalgasındaydım, stres atalım diye kendimce komiklikler yapıyordum. Geyik yapalım diyerek açıyordum telefonlarımı. “Hadi geyik yapalım.” Şimdi unuttum. Keşke yazsaydım.
Coronadan sonra ne yapacağımı bilmiyordum. Çünkü kısıtlamaların devam edeceğini yurtdışında alınan önlemleri dinledikçe anlıyordum işin ciddiyetini. İşsizliğin, açlığın, yoksulluğun ve yoksunluğun komedisi olmaz. Ancak toklar için yapılır. Ama ne yazık ki toklar da eleştirilemez çünkü onlar yazıların okurudur. Gerçi haberlerde veriliyordu bazı şeyler. Cuma akşamının geç saatinde bildirilen hafta sonu için sokağa çıkma kısıtlamasını duyan marketlere akın etmişti. Kimi de bankamatiklere… Çuvalla ekmek taşıyanlar, eve ellerinde pırasayla dönenler… Ya ekranlarda karşılaştığımız elinde luppo olan kişi için ne demeli? Bunun da haberleri birkaç gün devam etti. Pırasaya bile razı gelmişti, pırasa yemeğini hiç sevmediği halde. Unlar, yağlar, şekerler… Herhalde bunları alanların işi aşı parası vardı. Kendimizi izledik canlı yayında. Eleştirdik yönetimi. Akşamın dokuzunda mı açıklanır kısıtlama? Nasıl yaşadığımızı gördük. Nelerden korktuğumuzu anladık. Keşke yazsaymışım. Unutulmaz demiştim ama unutmuşum işte. Ama beni de değiştirdi. Yazılarımı okumalarımı değiştirdi. Bu demekti ki düşüncelerim değişmişti.
Bulmaca yazılar yazmayı severdim. Kimse uğraşmasa da çözmeyi ben uğraşıyordum ya bu yeterliydi benim için. Bir virgül bir nokta cümlenin anlamını nasıl da değiştiriyordu. Zaten beni okuyan da yoktu. Bloğumun çok okunmasını da istemiyorum. Arkadaşlarım uyardı hep çok karışık sayfan okunmuyor, düzeltmelisin. Boş ver diyordum. Yine boş ver diyorum yoksa sayfa yöneticimi arayıp eksiklikleri söylerdim. Bir gün bir arkadaşıma yazdığım yazıyı okuttum. Keşke bu okumaya şahit olmasaydım. Hiçbir anlam taşımıyordu, anlamı olmayan noktalaması olmayan bir yazı öbeğiydi. Yüklemden sonra duraklamadan bir sonraki özneyi okuyordu. Özneden sonra duruyordu.
Metafor kullanmaya bayılırdım. Elias Canetti’in Kitle ve İktidar kitabı bir zamanlar başucu kitaptı. Ustalaşacaktım. Yine kendim için. Kendimce yaşadıklarımızı yerli yaşamları bir şekilde metaforlarla anlatacaktım. Masallarda gizleyeceğim mesajları. Mesajlı ne kitaplar yazılmıştı, ben de yazmaya çalışıyordum ve yaptıklarımdan da memnundum. Hani hiç de fena sayılmazdım. Haber dilinin dışına çıkmak gerekiyordu. Bunun için de metafor şarttı. Bu tür kitapları okumayı seviyordum. Bu da bulmacanın bir başka türüydü. Ama bu zamanda kimsenin bulmaca çözecek vakti yoktu. İşi gücü okumak olacak. Benim gibi. İşim gücüm okumak oldu kısıtlama boyunca. Günde sekiz saat okuduğumu biliyorum. Bir buçuk aydan biraz fazla böyle geçti. Bu arada çocuk öyküsü yazdım. Bulmacaydı ama biraz. Yine de okunurluğu azdı. Çünkü doğayı anlatıyordu. Ne heyecan ne de karakterler vardı. Durağan bir doğa öyküsü. Doğayı anlatacağım diye inat etmiştim yazıyla. Çünkü yeni kuşakların doğa betimlemeleri ‘çok güzel’in dışına çıkmıyordu. Kuşlar ötüyor da hangi kuş bu? Ağaçların yeşil yaprakları rüzgârda sallanıyordu da bu ağacın adı neydi? Böceklerin adları, kelebeklerin kanatlarının rengi, çiçeklerin rengi… Çok sevdiğim küçücük papatyaları onlar iri beyaz yapraklı papatyalar olarak öğrenmişti. Oysa bu iri papatyalar hormonluydu. Her şey hormonlu şimdi. Eğri büğrü hastalıklı sebzeleri doğal diyerek yüksek fiyatlarda alıyorlar. Kurtlu meyveler doğalmış. Zeytinin böceklenmemesi için meyvesi olduktan sonra yapılan ilaçlamada tutkal kullanıldığından habersizler. Bu zamanlarda annem doğal sebze yetiştirmek için sirkeler, yağlar, acı biberler, karabiberlerle hazırladığı ilaçları her gün pamukla yapraklarını gövdelerini siliyordu. Sonunda bir yemeklik bamyayı bir araya getirdi. Değeri yüz liranın üzerinde olmalıydı. Ablama da verdi. Ablam dedi ki telefonda “Annem çantama birkaç bamyayı da atıvermiş.” Kaç para ettiğini bilmiyor elbette.
Yazılarım sürekli değişiyordu. Ama ben değişmiyordum. Ciddi konuşmalarda bazen geyik yapıyordum, güldürüyordum. Sıkıntıları biraz hafifletmek gerek. Oysa gülmece ustası değilim ve olamam da. Geyik yaparım. Ama bana gülerler. Çocuklar, kadınlar, erkekler… Öncelikle mimik ustasıyımdır.
Kuaföre gittim. Saçlarımı kestirmek istediğimi söyledim. Kaç para olursa olsun sormayacağım. Olsun olsun yüz… Kesen adam konuşuyor. Oysa ben konuşmak istemiyorum. Müşterilerinin arkasından neler söylendiklerini az da olsa işittim. Ben açık vermeyeceğim ya çok ciddi duruyorum. Sağ kaşım otomatiğe alınmış gibi kalkar. Gözlerim açılır. Yok bunları da yapmayacağım. Ciddi biriyim ben. Saç boyasını kaça yaptığını sordum. Açılışı yüzden yaptı. Ya benim saçlarım?.. Kızıl olacak, saçımda üç renk varmış. Dip boya olmayacağı için ücret değişiyor, yüz otuz. İyi. Röfle, möfle derken onların da fiyatlarını sorarken sonunda kapanışı yedi yüz elliden yaptı. Aynadan yüzüme baktı ve gülmeye başladı. Gözlerin iri iri açıldı, dedi. Kaşlarım kalktı, alnım kırıştı. Aynaya bakmama gerek yok bunu görmem için. Ben beni biliyorum. İnadına yedi yüz ellilik bir saç yaptıracağım. İçimden böyle geçiyor. Sonuçta mahalle arasında tek yönlü sokakta bir kuaför. Corona girdi araya yaptıramadım. Bir aylık saça bu fiyatı ödemek saçmalık. Corona boyunca yedi ay kuaföre gitmedim. Giderim belki. Yüz elli liraya çıkarım. Ama saçımın kendi rengine dönmesini bekliyorum. Boyatıp boyatmamakta kararsızım.
Terziye gittim. İki eteğin boyu alınacak. Biri sadece makasla kesilecek. Makası eline aldığı için yirmi lira ödedim. Bir daha da gitmemeye karar verdim ama geçen hafta gitmek zorunda kaldım. Bana nasılsın, çoktandır görünmüyorsun, dedi. Teşekkür ederim siz nasılsınız, dedim. İçeride bir müşterisi vardı. Sonra konuşmasını düzeltti bana siz diye hitap etmeye başladı. Bir gün keyfim yerindeydi ve geyik yapıyordum. İş bir yerden sonra onun haberler üzerinden yaptığı küçük yorumlara uzandı. Okumak istermiş ama okula gönderilmemiş, bir terziye çırak olarak verilmiş. Bu insanları seviyorum çünkü onlarla büyüdüm. Ama bu… Bir kadın geldi. Gir içeri, yabancı değil o, dedi beni göstererek. Kocam evde, gitmem gerekiyor. Biraz otur canım, beklesin o. Biraz konuştular ve gitti kadın. Acaba bu erkekleri mi yazmalıyım? Geyik yapmalıyım?
Biz ya da ben gençliğimizde aptalmışız. Şimdi çocuklarımıza aptal gibi davranmamaları için sürekli konuşuyoruz. Deneyimlerimizi paylaşıyor sonra da çıkardığımız dersi açıklıyoruz. Gülüyorlar elbette bize. Onlar açık açık değişmediğimizi söylemiyorlar. Ne yapalım bizim zamanımızda annelerimiz babalarımız bir şey bilmiyordu. Sadece siyaset haberleri ağırlıklıydı. Bir de yerli filmler. Örnekler ve deneyimler izledikleri filmler ve siyaset haberleriydi. Sıkı yönetim var, bu çocuklarınızı kendiniz koruyunuz anlamında algılanıyor olmalıydı ki yakılan kitapların alınmasını engellemek için bütün kitaplara yasak koyuluyordu. Ders çalış. Koluna altın bileziğini al. Yani meslek edin. Köprüyü geçene kadar ayıya dayı de. Kızını dövmeyen dizini döver. Aslanın ağzında olan neydi anımsayamadım ama şimdi barsaklarda. Ekmekmiş aradığım kelime. Şimdi her şeyi yüce Google’a sormak yeterli.
Annemiz ilişkileri hakkında ne söyleyebilirdi ki? Kendileri deneyimsizdi. Kendi aralarında konuşmazlardı. Ne beklenir ki? Yemek yapmayı, evi temizlemeyi, tığ ve şiş kullanmayı, etamin işlemeyi, dikiş dikmeyi öğrendik. Hepsini de bilirdim. Giysilerimi kendim diktim, kazaklarımı ördüm, sevilen yemekleri daha sık yapmayı öğrendim. Yağı ve soğanı bol olacak, bunu unutma. Tuzunu iyi ayarlayacaksın. Kurabiyeler ağızda dağılacak… Cevizli kurabiye yaptım. Dövülmüş ceviz, yumurta akı, yağ ve şekerle yaptım tepsine döktüm. Kabartma tozu bile kullandım. Annem un koymam için ısrar etti. Yemek kitabını gösterdim ona, “Burada un kullanın yazmıyor.” Sonuç belli zaten, açıklama yapmam gerekmiyor. Ortaokulda mıydım? Yemek kitapları, giysi modelleri ve kalıplarını veren dergiler, elişi kitapları… Hayatımızda bunlar vardı internet yerine. Neyse ki kitap ve dergi de okuyordum. Yazmaya henüz başlamamıştım çünkü günlüklerin büyükler tarafından okunduğunu öğrenmiştim. Annelerimiz kendi evlilikleri dışında bir şey bilmiyordu ki. Bunu anlatmalarına da gerek yoktu. Olanı hepimiz görüyorduk. Biz onlar gibi olmayacağız, diyerek gençliğe adım attık. Ne kadın hakları vardı o zamanlarda ne de meslek hayatına dair bir anlatı kırıntıları bile… Dedim ya aslanın ağzındaydı ekmek, bu kadarla yola çıktık. Köprüyü geçinceye kadar da ayıya dayı diyecektik.
Geyik yapmak istemiştim. Amacım buydu oysa. Belki daha sonra.
Yarın bayram. Telefonda bana yalnız kaldığın için üzülme, beni arayabilirsin dedi. Kahve içmeyi teklif etti. Yalnız olan ben değilim ki. Kiminle bu yazdıklarımı paylaşabilirim, kağıttan başka. Kim dinler bir ton lafı. Olsa olsa okumayı seven, karmaşık bloğumda bu yazılara ulaşmak için çaba harcayan okurlar vardır.
Bir yanıt bırakın