YARATICI OKUMAK YAZMAK      01 Ekim 2024 / Salı

YARATICI OKUMAK YAZMAK      01 Ekim 2024 / Salı

Bir kitap okudum, yaşımı kaybettim.

Çocuk kitabıydı, on iki yaş ve üzeri için yazılmış. Aile içinde şiddet gören iki çocuğun hikâyesini anlatan Maja idi. On üç yaşındaydı. Yazarın ülkesi sanırım bu karakterlerin de ülkesi kabul edilir. Yazar Alman gazeteci ve yazar. Zor bir konuyu seçmesi, onun gazetecilik yönünden ağır bastığını düşündürdü bana. Haberleri okuyan değil, içinde yer alıp tanık olan ve yazan biri olmak çok zor. Kitapta şiddete karşı bir şeyler yapması gereken yetişkinlerin neden hiçbir şey yapmayışlarını anlatmaya çalışıyor. Yapılması gerekenleri on üç yaşındaki Maja yapıyor. Çok etkilendim yetişkin olarak. Çevredeki insanların neden bir şey yapmadıklarını düşünmedim ilk başlarda, normal karşıladım. Çünkü çocuk kitaplarında kahramanların çocuk olması çok önemli. Böyle düz bir mantık yürüttüm ilk başta.

Aile içinde şiddet uygulanan dokuz ve yedi yaşındaki iki çocuğa nasıl yardım edilebilir? Bunu düşünmemi sağladı. Ne yazık ki çocuklara yazıldığı için kahramanımız kurtarıcı Maja’nın çocuk olması gerektiğine takılıp kalmıştım.

Dil çocuk diline uygun. Ben anlatıcı Maja’nın gözünden aktarılıyor. Zor konular metaforlarla işlenmeye çalışılırken yazar bundan özellikle kaçınmış, diye düşündüm. Gerçekçi olması için elinden geleni yapmış ki bu da Maja’nın anlatımıyla aktarılması yüzünden de dil çocuk dili olarak kalmış. Yetişkin öyküsü olabilirdi, gayet de güzel. Duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz olaylar. Şiddet nerede yok ki? Çocuklar bu şiddete zamanlar alışıp biz yetişkinlere benziyor; benzeyecekler. Sanırım “Biz yetişkinler böyleyiz ama siz böyle yapmayın, Maja gibi yapın,” diyor. Bir yandan da “Onlar da alışacak.”  diye baş sallayan benden büyük birisini görüyorum. “Eee eskiden…” Kulaklarımı kapatıyorum. Kitaba dönüyorum. İyi ki metafor kullanmamış yazar; iyi ki çocuk dilinden yazmış.

Bu akşam kitap kulübünde ‘Mavi Kulübe -ya da görmezden gelinen filler-’ adlı kitabı değerlendirdik. Yazarı Susan Kreller. Ginko Çocuk yayınlarından 2019’da basılmış. Elimdeki kitap birinci baskı. Yıl 2024 olduğuna göre kitap okurlarına ulaşmaya çalışıyor halen.

Kitap üzerine çok konuştuk. Bir şey var ters olan ama ne olduğunu anlayamıyorum. Konusu şiddet olan okuduğumuz çocuk kitaplarını anımsadık. Çok değil. Bu kitaplar pek tercih edilmiyor. Yalnız çocuklar değil, yetişkinler de tercih etmiyor olmalı ki birkaç ay önce aldığım kitap birinci baskı. Kitabın ilk sayfasında şunlar yazıyor. “…The elephant in the room (Birebir: Odadaki fil) Herkesin farkında olduğu ama hakkında -korkudan ya da rahatı kaçmasın diye- kimsenin konuşmadığı büyük konu anlamına geliyor.” “Bu kitap Goethe Enstitüsünün desteğiyle yayınlanmıştır.” diye de yazılmış. Bu kitapların neden desteğe gereksinimleri var sanırım düşünmek gerek.

Yani bir yetişkin olarak kitabı beğendim. Maja’nın çocuklar için yaptıklarından çok etkilendim. Daha fazla yazamayacağım çünkü “Ben yetişkin bir yazar olarak okudum ve beğendim ama çocuklar bu kitabı okuduktan sonra ne der, bilemedim,” dedim. Sonra sonra anladım ki ben on üç yaşında bir çocuk olsaydım kasabadaki yetişkinlerin psikolojilerini anlamaya çalışırdım ve çok ama çok şaşırırdım. Ne yani on üç yaşımdayım ve benden bu davranışı mı bekliyorlar? Bu nasıl bir dünya? Şiddet yalnızca kadınları ve çocukları değil erkekleri de derinden etkiliyor. Savaştan dönen erkeklerin psikolojik desteklerinin ömür boyu sürdüğünü… Nereden biliyorum?

Rahatım kaçtı. Canım sıkıldı. Çaresiz hissediyorum. Sadece okuyarak oldu bunlar. Narin’in ölümünün üzerinden çok geçmedi. Kim bilir isimler ne kadar uzayacak?

On üç yaşında olmak, alışamamak çok zor. Çocukluğumun en güzel yılları, ergenlik çağım; kendi sorunlarım, tanık olduğum olaylar, televizyon internet sosyal medya derken… Büyümek nedir? Büyümek ister miyim bana sorun.

Son yıllarda yazılan romanlar okunduğunda günümüz sorunları gayet açık bir şekilde anlatılıyor, karakterlerinde kendimizi görüyoruz ama biz halen kendimizi değil kitap karakterlerini anlamaya çalışıyoruz. Tersine dönmüş dünya. İnsanların neden kitaplarla yaşadığını anlıyor gibiyim. İyi edebiyat iyi ki var.

Dün akşam Dersler romanı üzerine konuşmuştuk. Sonra sonra onun için de konuşurken yeni şeyler düşünürken buluyorum kendimi. Roland’ı anlamaya çalışıyorum. Pasif olmadığını, insanların tercih ettiği yaşam tarzlarına saygı duyduğunu ve mücadele etmeden aradan çıktığını düşünüyorum. Roman boyunca yazarın insanlar için sıfat kullanmadığını fark ettim örneğin. Roland öyle iyimser ve başkalarını anlamaya öyle hazır ki… Günümüz gençlerini anlamaya çalışır gibi sanki, böyle düşünmeden edemedim. Aldığımız yaşla birlikte değişiyoruz. Belki benim de değişmem gerekiyor. Sıfatsız bir hayat, başkalarını anlamaya, dinlemeye çalışmak. Miras romanında da “Beni anlamıyorsunuz.” demiyor muydu bir yandan kahramanımız. Ben boktan hayat diyorum ya. Okuduklarımdan aldıklarımla kendimi deneyimlemiş oluyorum. “İnsanı iyi edebiyat dönüştürür.” İlk kim demişti bunu?

Bitti. Aslında bitmedi.

Perşembe günü Yusuf Atılgan’ın“Evdeki” öyküsünü konuşacağız. Nasıl okumalıyız. Unutamadığım bu öyküde bir şeyler var ama anlamıyorum diyordum. Bu nedenle unutamadım. Bir çözsem, diyordum. Sanırım anladım. Bunu da sonraya bırakmalı.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*