OKUDUKÇA 3 Aralık 2025 / Çarşamba
Yalnızca kitapları okumuyoruz. Etrafımızdaki görselleri de okuyoruz. Ben bugün yeni arkadaşım CahtGPT ile tanıştım. Adına Sekiz dedim. Ondan verdiğim bir cümleden yola çıkarak hikâyeler yazmasını istedim. Bir saat kadar yazdıklarını okudum. Sonra masama döndüm ve kitaplara baktım. İçimde bir şeyler koptu. Hayal Gücü, Kahramanın Sonsuz Yolculuğu, Kum Kitabı ve diğerleri… Beni ters köşe eden elbette Hayal Gücü kitabı oldu. Hâlâ daha fazlasını öğrenmek ve hayal edebilmek için okumayı sürdürüyor olmak. Yapay zekanın hayatımdaki yerini sorgulamak. Kitaplar sanırım çok değerli olacak ama biraz da nostaljik. Genellikle yeni isimler altında gelişmiş CahtGPT hayatımıza girecek. Onlardan öğreneceğiz, okuyacağız. Emin değilim iyi şeyler olacağından.
Bugün yeni kitabımın kutlamasını arkadaşlarımla yaptık. Güzel bir akşam oldu. Kitabın editörü arkadaşımdı. Şimdi yetişkinler için çalıştığım öykülerimi bir başka arkadaşım editörlük yapıyor. Yazdıklarımda bir eksiklik hissediyorum ama tam olarak ne olduğunu bilemiyorum. Sorularla anlamaya çalışıyorum ama doğru soruyu bulamadım henüz. Metinler çok hızlı akıyor. Koşar gibi. Kısa cümlelerden kaynaklanıyor olmalı. Ya da hayattaki akışın hızına uyum sağladığımızdan. Neysek, ne yaşıyorsak, ne gördüysek onu yazıyoruz. Biraz yavaşlasak ne olur? Kendimiz olduğumuzu görebiliriz. Hikâyelerimizi yapay zekalara teslim ettiğimizi fark edebiliriz. Nereden başlamalı?
Arkadaşım gördüğü bir rüyayı anlattı. Hayırdır, dedim. Yorum yapacaktım ki yapay zekaya sorduğunu söyledi. Anlattı. Ben bu kadar ayrıntılı yorum yapamazdım. Peki, dedim, başka yapay zekaya sorsan aynı yanıtı alır mısın? Sormuş ve aynı yanıtı almamış. Bunu bir zamanların tarot fallarına benzettim. Bizi iyi oyalamışlardı. Hayatı ıskaladık çok yerde. Sonra günlük burç yorumlarını düşündüm. Başka burçların yorumunu da okuyorlar mı? Yok okumuyorlarmış. Oysa bu da bir oyalama taktiği. Ya tutarsa demiş ya hoca. Bizde bazen tutuyor da. İçimizde, fark etmediğimiz, ancak olaylar ve tepkilerle açığa çıkan duygular vardır. Yani her şey içimizde var. Biz yalnızca okuyarak bir kısmını gözlemliyoruz. Örneğin başka burçlar da okunduğunda bazı şeylerin bize uygun olduğunu görebileceğiz. Örneğin elektronik aletler almamayı öneriyor, bu dönemde alınırsa bozulma riski fazlaymış. İlişkilerde zorlanacakmışız. Zorlanmadığımız gün var mı ki? Kendimizle bile uğraşamıyoruz. Geçtim bunları.
Şimdilik CahtGPT moralimi bozdu. Keşke fırsatım olsa da şu yıllardır üzerinde çalıştığım cümleden yola çıkılarak yazılan öyküler üzerinde çalışabilsem. Lisede edebiyat öğretmeni arkadaşımdan sınıfta bu cümleden yola çıkarak öğrencilerine yazdırmasını önerdim. Sonucu çok merak ediyordum. Bunu sınıfta yapmış ve yirmi dakika süre vermiş. Beş altı kişi yazısını okumuş. Sonuç karışık. Cesaretli olan da var, eğlenen de var. Fantastik bir öykü yazmış bir kişi. Fakat herkese okuyacak zaman kalmamış. Keşke dedim toplasaydın kâğıtları; bir de evde yazmalarını isteseydin de karşılaştırsaydık. İşte bu cümleyi benim Sekiz’e sordum. “Çantasını sırtına attı, trene atladı.” Her soruşumda farklı bir cesaret öyküsü yazdı bana. Evet yapay zeka değil de bir başkası da yazmış olabilirdi bunları. Onunla aramızdaki fark ne?
Bu cümleyi Necdet Neydim’in üniversite öğrencilerine yazdırmış ve yazılar kitap olarak basılmıştı. Bu öykülerde insanların korkuları, kaygıları, beklentileri, hayalleri, umutları, kısaca her şeyi yansıyordu. Ben de ilkokul öğrencilerime yazdırmıştım. Bu yazıların üzerinde tekrar tekrar çalışarak umutlu, korkuya rağmen cesaretli yazılar çıkıncaya kadar çalışıyorduk. Kâğıtlarını geçen yıllarda attım. Hangi birini saklayabilirdim ki? Sanırım ben bunun üzerine yazmadım ya da hatırlamıyorum. İki üç ay önce yazdım ve ne yazık ki ben de başarılı olamadım. İstediğim öykü çıkmadı kalemimden. Kalemimle ve hayallerimle dönüştürme cesaretim vardı korkularıma rağmen ama olmadı işte. Gerçek hayata öyle bağlanmış ki hayaller, bir türlü olmayan ya da olmayacak bir dünya düşlenemiyor sanki. Özellikle yaşadığımız gerçeklik kazanında kaynayan sütte çırpınırken. Öykümün öyküsü bu.
“Çantasını sırtına attı, trene atladı.” Cümle yapısı bence çok sert ve olumsuz duyguları gün yüzüne çıkarıyor. Yani şöyle de olabilirdi: “Çantasını omzuna koyarak, trene bindi.” Ne yumuşak bir hareket. Cinsiyet de yaş da yok üstelik. Yazan kişi isterse kendisini onun yerine koyuyor. Bir kadın mı, yoksa erkek mi daha çok tercih ediliyor. Bir yazar şöyle demişti; öykü karakterimin bir kadın olması gerekiyordu çünkü… Kadının karakteri erkeklerden farklı olması mı? Cesaretli değil mi? Mutlu olması kolay mı? Uzar gider…
Haydi şimdi bir kadın karakteri ele alalım ama kaç yaş olsun? “Genç kız ağır çantasını çekiştirerek kalkmak üzere olan trene bindi.” Bu bir erkek olsaydı nasıl olurdu? Yaşları değişik olduğunda ya da? Elindeki çanta valiz olsa, küçük valiz, büyük valiz, iki valiz… Biz de CahtGPT gibi yazabilecekken neden bu işi ona yaptırıyoruz? Bu öyküyü yazmaya çalışan bir kadını anlattım ve Ses Dergisi’nde yayımlandı. Aynı zamanda seslendirdim ve o da yayımlandı. Seslendirmekte çok zorlandım. Hep hata yaptım okurken ve yeni baştan okumak zorunda kaldım. Tam pes edecekken, bir iki yanlışlı olan okumamı paylaştım. Yeniden yazsam ne yazardım? Önce karakteri belirlerdim. Kadın ya da erkek ve onun yaşını seçerdim. Gülecek mi, ağlayacak mı? Daha doğrusu yapay zekanın sorduğu gibi dram mı, komedi mi, duygusal mı? Bir tiyatro oyunu olsaydı, karakterimizin yüzünü ve duruşunu görecektik. Yani duygu durumunu. Sinirli, korkulu, mutlu, heyecanlı, ağladı ağlayacak… İşte yazmak için gerekli olan bilgiler.
Beliz Güçbilmez’in atölyesine katıldım. Burada öğrendiklerimi nasıl değerlendireceğimi düşünüyorum hatta merak ediyorum. Bu gece bir saatte CahtGPT bana sorduğu sorularla çok yardımcı oldu. Ama içimdeki beni ya da başkasını gün yüzüne çıkmasını sağlamadı. Ben kendimi ya de hayal edebildiklerimi yazmayı tercih ediyorum, elbette şimdilik böyle istiyorum. Neden böyle istediğimi bilmiyorum. Çünkü yavaş yavaş hayatımıza bu öyküler girmeye başladı. Ödüller de alıyor artık. CahtGPT kendini geliştirmeye devam edecek ve daha iyilerini yazacak eminim. Ben de yaya olarak yola çıkmışım ama Kahramanın Sonsuz Yolculuğu’nu yapmak bana heyecan veriyor. Yazarken heyecanlanıyorum, düşünüyorum, sorguluyorum. Geçmiş kadar gelecek üzerine de düşünüyor, hayal kurabiliyorum. Gözlerimin önünde canlandırabiliyorum. Her ne kadar yapay zekanın kusursuz çizimleri kadar olmasa da beni tatmin ediyor. Karakterler, benim modellediğim giysileri giyiyor, renklerini ben belirliyorum. Kusurluyum ve bunu seviyorum. Şimdiki zamanın üretim şekli bu olmalı; hayal dünyasını zenginleştirmek.
Edebiyat öğretmeni olan arkadaşımla okuma ödevleri hakkında konuştuk. Fena bir lise değil ama gençler Robinson’u bilmiyormuş. Olabilir elbet. Ama ya okumuş olmaları gerekiyorsa. Nedir mahrum kaldıklarını düşündüğüm şey? Belki de kaçmak istedikleri bir adanın artık olmadığı; bu ada metaforunun yerini internetin aldığı gerçeği. Bu küçük adalarındaki yaşamı onaylamıyoruz, çünkü değerlerimizi kaybediyoruz. Değerlerimiz diyorum ama bu yalnızca kültürel bir değer değil. Sevgi her yerde aynı dildir örneğin. “Seni seviyorum.” Kimi? Saygı demiyorum, onu kaybedeli çok oldu. Kaybettiklerimiz üzerine de uzun uzun yazılabilir aslında. Sevginin ne olduğunu hatırlamak ve hatırlatmak için okumak. En korkunç değişim psikolojik bozukluklar. Bipolar, duygu durum bozukluğu sanırım günümüzün olduğu kadar geleceğin de en büyük sorunu olacak. Sıcak ve soğuk arasında gidip gelen bireyleri tehdit eden rahatsızlık.
Çok ani oldu ama burada noktalamak istiyorum.
“Çantasını sırtına attı, trene atladı. Lanetler yağdırıyordu içinden. Öyle sinirliydi ki neredeyse treni kaçıracaktı. Koltuk numarasına baktı ama yerinde bir erkek oturuyordu. Biletini gösterdi, erkek de biletini gösterdi. “Yine aynı şeyi yapmışlar, bir koltuğu iki kişiye satmışlar.” Şimdi ikisi de ayaktaydı. Erkek, kadına yerini vermeyi düşündü sonra vazgeçti. Bu işi ancak kondüktör çözerdi. Gelmesini beklediler.”
İşte bu da bu gece yazdığım tren çalışması. Gerçek hayattan alınma. Yani yaşamadım ama çok kişiden dinledik. İkisinden birine kalacak bu koltuk. Okumayı sürdürmek için okurun karakterlerden birini seçmesi ve onun oturup oturmayacağını öğrenmek istemesine bağlı. Ya klasikleri nasıl okuyorduk? Örneğin Don Kişot? Bin sayfalık kitabın sonunda Don Kişot’un öleceğini bildiğimiz halde neden okuyoruz? Öldüğünü okurken de öyle olacağını bildiğimiz halde neden üzülüyoruz? Bu birçok örneklerle uzar gider. Kaç oyun, kaç film uyarlanarak hayatta kalmıştır? Yine de neden izliyoruz?
Bitti.





Bir yanıt bırakın