SIRADAN BİR GÜN -2-

 

SIRADAN BİR GÜN -2-

 

Her şeyi kronolojik olarak anlatmayacağım. Belli bir neden yok. Neden olmayınca sonuç da yok. Yıllar içinde iç içe geçmiş olaylar karmaşası. Tıpkı küçük bahçeye, yine bir tatilde bir haftalığına geldiğimde bölük pörçük anımsamalar gibi. Elimde küçük bir valizle, birkaç yıl önce dökülmüş asfalta benzemeyen bildik yolda yürürken bildiklerimi unutmam beklendiğini düşündüğümde başladı. Sol tarafımda tren yolu, sağ yanımda da çocukluğumdan beri değişmeyen birbirlerine bitişik küçük evlerin –kerpiçten olanlar da dahil- boşaltıldığı, bazılarının yıkılıp enkazlarının hâlâ durduğu görüntülerin arasında ilerledim. Beni en çok ilgilendiren, bir  zamanlar bizim olan iki evin yıkılmış olmasıydı. Bütün anılarım altında kalmıştı. Biri oradaki en güzel evlerden biriydi; çocukluğumda böyle düşünür, oturacağımız günü beklerdim. Satıldıktan sonra hayallere son verdim. Bahçesindeki üç çam ağacı neredeyse iki yüz yıllıktı. Evin arkasındaki yıkılmış ahırın yanındaki dut ağacını aradım, kesilmişti. Komşumuzdan izin alırdım, ağaca çıkar kırmızı dutları toplardım. Meyvesi olan bütün ağaçlara tırmanabilirdim, ağacın üzerinde dalından meyveyi koparıp yemek herkesin yapabileceği bir şey değildi. Diğer evi babam yaptırmıştı. Oraya taşınmak düşüncesi beni korkuturdu. Çünkü ev değil, briket duvarları olan büyük bir depoydu. Daha sonra bir  tarafına duvarlar örülmüş, dört odaya çevrilivermişti. Küçük, küçücüktü odaları. Bu büyük depo ikiye bölünmüş, kullanışlı bir yer olmuştu; hayvanları barındırmak için yani. Her yıl beslenen hayvanlar değişirdi; koyunlar, inekler, hindiler… Bir bölümü de tarla işlerinde kullanılan aletler, artezyen malzemeleri yer alırdı. Çocukluğumun ikinci dönemi bu bahçede geçmişti. Daha önce oturduğumuz ev birkaç aile için yapılan duvarları ortak kullanılan küçük evlerden biriydi. Bağırışlar çağırışlar, her tür konuşmalar hatta fısıltılar herkes tarafından dinlenirdi. Tartışmalar olursa sessiz olurduk. Tartışmalarını bölmemek için, onları utandırmamak için; belki de daha çok korktuğumuz içindi.

Diğer evlerin birçoğu kerpiçtendi. Aramızda bir sokak vardı. Evler birbirlerine bitişikti. İki odalı bir eve girmiştim, davetsizce. Sadece bir odasını gördüm, sarı bir hasır vardı yerde. Etrafında da minderler vardı. Bir köşede yataklar üst üste konmuştu. Arkadaşlarımın bulunduğu bu sokakta evlerinin kapısı önünde babalar yemek yemek için kahveden dönünceye kadar oynardık. O zaman da hava kararmış olurdu, çanak çömlek patladı diyerek evlerimize dağılırdık. Babalar yemekten sonra yine kahveye giderlerdi. Kadınlar minderlerini alıp kapıların önüne oturur, sohbet ederler, yorgunluk giderirlerdi. Bütün gün tarlada başlarında erkek olmadan çalışırlardı. Evde yemek  yapacak, evi temizleyecek on yaşlarında kız çocuklarını bırakırlar, diğerlerini tarlaya çalışmaları için götürürlerdi. Kızlar iyi çalışır, söz de dinlerdi.

Bahçemizin demir kapısı, açılırken ses çıkardı. Annem ve babam beni bekliyorlardı, sarıldık, öpüştük.

“Hâlâ molozlar taşınmamış” dedim duvarın arkasındaki yer yer yıkılmış briket yapıya bakarak.

“Biraz zor. Kolay kolay başlayamazlar” dedi babam.

“Öyleyse neden yıktılar ki?”

“Göçmenler kalmasın diye. Birkaç kişi kalmış, çaresini de yıkmakta buldular.”

“Hasan’ı bahçede gördüm. Neden geliyor? Oturulacak gibi değil ki.”

“Burada kalmıyor. Giren çıkan var mı diye her gün uğruyor.”

“Fatma teyze?..”

“Sonra konuşuruz. Kahvaltı yapmadık seni bekledik” dedi annem.

Bir yıl içinde neler olmuş, neler değişmişti, her şeyi sordum. Okul arkadaşlarım, şimdi de  kadın arkadaşlarım, çocuklarını evlendirmiş, bazılar da boşanmıştı. Şiddetli geçimsizlik nedeniyle, diyorduk.

Şiddetli geçimsizliğe, bahçe içine yapılan eve taşındıktan sonra rastlamadım desem yalan olur. Briket yapıyı babam sattı. Dört odaya, beş kişilik bir aile taşındı. Depoya  tarla işlerinde kullanılan aletleri koydular. Bir bölümü de atları ve inekleri, keçileri, koyunları, tavukları için barınak oldu. Fatma teyze ile Ali amca evde oldukları sürece bahçeye taşan şiddetli tartışmaları olurdu. Akraba evliliği yaptıkları için üç çocukları da ancak kendilerine bakabilecek durumdaydı. Ama en büyükleri olan Hasan abi tarlaya giderdi, at arabasına atları koşar, çalışacak kadınları arabayla tarlaya götürürdü. Bazı günler tartışmalardan kaçan Fatma teyze kendini sokağa atardı, arkasından da Ali amca koşardı. Fatma teyze kahvelerden görünecek alana girince, Ali amca peşini bırakırdı. Ama arkasından seslenirdi “Yine dönüp dolaşıp eve geleceksin. Nereye gidebilirsin ki?”

Anneme, Fatma teyzeyi sordum. İyiymiş ama yaşlanmış. Çocukları ev işini yapabiliyormuş. Bazen annemle konuşmak için geliyormuş.

Birkaç gün sonra Fatma teyze çıkıp geldi. Akşamüzeriydi. Balkonda oturduk. Hava sıcaktı, ev içlerinde durulacak gibi değildi. Konu konuyu açtı. Tarlaları artık yoktu. Evleri –tarlayı sattıktan sonra bir daire almışlardı- sıcak oluyordu ama rahatlardı. “Adamdan sonra bile rahat yüzü görmedim. Ondan çok korkardım. Mezardan çıkacak diye çok korkuyorum” diyerek ağlamaya başladı. “Ne oldu? Ağlama. Geçti her şey” dedi annem. “Ölünce yanına gitmekten çok korkuyorum. Öbür dünyada beni bulur mu?” “Yok öyle bir şey” dedi annem. Gözyaşlarını tutamıyordu. “Ölmekten korkuyorum. Onun yanına gitmekten korkuyorum.”

Ağladı, ağladı. Çay getirdim, konuyu değiştirdim. Kızlarını sordum. Ama kızlarından da sorunluydu. “Ben ölürsem onlara kim bakacak?”

Konuştuk, ağladı. Sustum, daldım. Babam bu bahçeyi aldıktan sonra bir başka dünyada yaşar olmuştum. Akşama kadar bahçeden ayrılmazdık. Sonra kalabalığa dönerdik. Sabah bahçeye dönerdik. Akşam olunca… Babam bahçeyi ve ağaçlarını çok severdi. Bizden daha çok sevdiğini düşünürdüm hep. Bana bir başka dünyanın kapılarını açan, sığınak olan bu bahçe. Dallarına çıktığım ağaçlar, tadına doyum olmayan meyveler, sebzeler, doğal olarak büyüyen lezzetli otlar… Buz gibi artezyen suyu. Toprak, gökyüzü…

Telefonum çaldı. Arayan küçük kızım. Konuşuyoruz. Telefonu kapatmadan önce mesaj geliyor. Mesajı okuyorum. Evet, küçük kızım bu gece babasında kalacakmış. Keşke diyorum hep küçük kalsalardı da… Bahçeye bakıyorum.

“Baba, iznimi uzatabilirsem biraz daha kalacağım” diyorum.

“Kızlar da gelsin” diyor.

“Evet gelsinler” diyorum. Bir kadının, bir çocuğun, hatta bir erkeğin sığınacak bir yeri mutlaka olmalı. “Gelsinler.”

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*