MEKTUPLAR -12-
20 Ağustos 2018
Sevgili Lili,
Güzel bir gündü. Akşamüzeriydi ya, hava da serindi. Çok geçmeden hava karardı. Bahçenin ışıkları yandı. Başımızın üzerinde bir lamba, artık okuma zamanı. Sana yazdığım mektubu verdim. Okudun. Sıra şiirlere geldi. Adlarını senden gizlediğim, masaya bıraktığım kitaplardan birini aldım, gösterdim.
“Aaa!”
“Benden sonra kuşlara iyi bakın” dedim. İkinci dizeyi sana bıraktım.
“Aç koynunu kuşlar dolsun” dedin.
“Kuşlar kenti terk etti. Gitmeli” dedim. Gökyüzünde uçan kuşlar martı ya. Baktım. Topal martı…
Sana kitabı verdim. “Bir sayfasını açıp okur musun?”
“Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
Niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına
Niye kimseler izin vermez yollarıma kuş konmasına?”
İki sayfa okuduk. Sonra kahvelerimizi içtik. İkinci kitapta gözün.
“O kitap hangisi?”
Kahvelerimizi içtikten sonra sana vereceğimi söyledim. Okuman için yani.
Kitabı uzattım. Günlüklerdi bunlar.
“Biz ne yapıyoruz?”
“Sana yazdığım şeyleri yapıyorum. Hani okudun ya. Mektup, şiir ve günlük.”
“Mektuplar kimin?”
“Senin mektubundu. Şiir Nilgün’den, günlükler de…”
“Eveeet, Tomris’ten. Bugünün günlüğünü okuyalım, 19 Ağustos olsun.”
Günlüğü okurken ikimizin de gözlerimizin önüne geldi anlatılan insanlar. Kitabı kapatınca…
“Ben böyle yazamıyorum. Kıyılarında dolaşıyorum…”
“İnsanların arasına gir, gözlemle. Örneğin buradaki insanları yaz.”
Birlikte çay bahçesinde oturanlara baktık. Gençler yoktu. Kadınlar, erkekler boş masalarda karşılıklı oturuyorlardı.
“İstemiyorum. Artık insanlar şaşırtmıyor beni. Yazmak istemiyorum. Yıllarca yazdım zaten.”
“Ama ben okumadım.”
“Çok önceden yazmıştım. Kimseye de okutmadım.”
Saat geç olmuştu. Çay bahçesi kapanmak üzereydi.
Bana yaz, dedim.
Ayrıldık.
*
Delikanlıyı aldım karşıma. Konuştuk. Kuşaklar arasındaki farkı anlamaya çalışıyorum. Anlattıklarına aslında pek yabancı değilim. Ben de gençken aynı şeyleri düşünüyor, istiyordum. Acaba o, yıllar sonra bir şeyleri değiştirebilecek mi? Yoksa bir sonraki kuşağa mı kalacak?
“Aşık oldun mu hiç?”
“Bir kez aşık oldum.”
“Aşık değil misin?”
“Hayır. Aşkın süresi kısadır. Karşılıklı sevgi ve saygı gerekiyor.”
“Kadınların cinsel özgürlüğü olmadığı sürece hiçbir şey değişmeyecek” dedim.
Şimdiki kuşağın özgür olduğunu söyledi ama özgür olmayanların varlığını da kabul ediyordu.
“Ekonomik özgürlük gerekiyor” dedim.
Biraz da cesaret, dedi mi şimdi hatırlamıyorum.
“Ama bir bedel ödeyeceğini de bilmesi gerekiyor” dedim.
Sonuçta yaşları ilerleyecek ve değişmeyen birçok şey olduğunu öğreneceklerdi. Bunu psikolojiyle açıklamaya çalışacaklar ve onları yetiştiren kuşağı eleştireceklerdi.
Gençken yapabildiklerini, yaşları ilerleyince de neden yapamadıklarını sorgulayacak mıyım?
Hiçbir şey bilmiyorum. Dinlediğim hikâyelerin dışında bildiğim bir şey yok. Dinlediklerim de birbirine benziyor.
“Kadınlar, tek eşliliği savunuyor. Bunu da çıkaran kim? Neden öyle düşünüyorsunuz?”
“Erkeklerin kadınları kontrol etmeleri için, yasalarla da kabul edilen bir durum.”
“Evet, yasalar hep kadından yana. Erkeğin kadını aldatması boşanma gerekçesi olabiliyor.”
“Ama kadınlar da aldatınca eşlerinden ayrılıyor. Hatta ölüm fermanları yazılıyor.”
“İşte öyle olmamalı. Kadın da erkek de özgür olmalı. Evlilik olmamalı. Olsa da birbirlerini tanıdıktan sonra olmalı.”
“Ama şimdi gençler çok eşliliği kabul ediyor. Hatta bir erkek iki kadınla çıkabiliyor ve kadınlar da birbirleriyle tanışıyorlar.”
“Bence bu da saçma. Kadın da başka erkeklerle birlikte olabilir.”
“Ben de çok düşündüm bunları. Hatta başka kadınların olmasını normal karşılamaya çalıştım ama aynı kadınla yıllarca devam etmesini kabullenemem.”
“Sonra da iki kadın arasında rekabet oluyor.”
“Evi kiraya vermiştim. Bir adam kiralamıştı ama oraya yerleşen bir kadın oldu.”
“Adamın metresi.”
Bu kelimeyi kullanmak istemiyordum ama o kullanmıştı.
“Adamdan evi boşaltmasını istedim. Kadın kabul etmediği için adam kontratı uzatmam için ısrar etti. Kabul etmedim. Eve gittim. Kadın kapıyı açtı. Evi boşaltmasını söyledim, kira kontratını onunla yapmadığımı belirttim. Ama o, mahkemeyle bile boşaltmayacağını söyledi. Nedenini biliyordum.”
“Çünkü adamın karısının haberi olacak ve boşanacak. Diğer kadın da adamın onunla evleneceğini sanıyor.”
“Evlenmez mi?”
“Bilmem ama bana çok saçma geliyor.”
Dinlediğim kadın hikayelerini anlatmaya başladım. Bana anlatılanlar nedense hayatlarındaki mutsuz anlar oluyor. Sanırım iyi bir dinleyici olduğum için, dedim ona.
“Hangi kadınları dinlediğin önemli. Hangi kesimdeki kadınlar…”
“Benim gibi işte, çalışan kadınlar…”
“Diğerlerini de dinle.”
“Ülkemizdeki feminist kadınlar çok ağır bedeller ödüyorlar. Yirmi, yirmi beş yıl önce boşanan kadınlara dul denirdi ve onları rahatsız ederlerdi. Bunu kaç kadın kaldırabilir ki?”
*
Onu anlatırken üçüncü tekil şahıs anlatmayı isterdim ama anlatamayacağım. Çünkü yaşadıklarını bilmiyorum. Hangi sahneleri seçtiğini, neden o sahneleri anlatmak istediğini de bilemeyeceğim. Bu durumda birinci tekil şahısın anlatması gerekiyor.
“Babama aşıktım. Babamın iyi bir işi vardı. Yaşantımız iyiydi. Büyük bir evde yaşıyorduk. Annem de çalışıyordu. Sonra babam işsiz kaldı. Annem çalışarak evi geçindiriyordu. Her şey kötüye gitmeye başladı. Tartışmalar eksik olmuyordu artık. Evdeki koltukları sattılar ve küçük bir eve taşındık.
Okudum. İşe başladım. Evlendim. Balayındayken eşim, annesinin ve ablasının evimize taşındığını söyledi. Oysa ben ne hayaller kurmuştum.”
Hayır, bundan sonrasını ben yazmalıyım. Kısaca hayallerin şiddetle yıkılması, şiddet ve çocuklarla ilgilenmemek. Belli bir yaşa geldiklerinde ise erkeklerin suskunluğu. Ne özür dileme var, ne de kadının hatırladıklarını hatırlamak var.
*
Lili, bugün denize girdim ve ıslandım.
Yavaş yavaş yüzmeyi öğrenecek miyim dersin?
Yoksa yine kıyıya dönüp denize bakıp yalnızlığımı mı anlatacağım?
İnan ki bunun nedeni postmodern anlatıyı ön plana çıkarmak isteyişimden değil. Sadece herkesin bildiğini yazmak istememekten.
Şimdi dinlediklerimi unutma zamanı. Bilmediğimiz bir yaşamı yazmak kadar yaşamak da kolay değil. Bir de cesaret gerekir. Sana bir sonraki mektupta anlatırım.
Sevgiler.
Bir yanıt bırakın