KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER – 6 Ekim 2023/ Cuma
Kedi sesi duyulmadı. Gündüz yokluğumda uykularını almış olmalılar. Şimdi beni bekliyorlar. Bekliyorlar ki içtiğim sütü onlarla paylaşayım. Yasaktan anlamıyorlar ki.
Yazarların Odası kitabından Öner Yağcı’nın yazısını okudum. Bana öyle çok şey anımsattı ki. Kendi yazma serüvenim dışında ülkemizde yaşananları da… Usta yazarımızı ve gençlik yazarlarımın usta yazarlarını… Kitaplarıyla kurduğum kendi düşün hayatımı… İç seslerimi dinlemeyi öğrendim. Ortaokulda okul gazetesini hazırlayanlardandım. Demet Nohutçu sınıf arkadaşımla bana, ağırlıklı olarak bize düşerdi eksik köşeleri hazırlamak. İlginç yazıları toplamak görevimdi. Ablamın dergileri başucu kitaplarımdı. Bermuda Şeytan Üçgeni, uzay, evren… Şiirler, fıkralar… Altan Kebapçıgil Türkçe öğretmenimizdi ve bizimle olduğu kadar öğrencileriyle de gurur duyardı; edebiyata, okumaya olan merakımız onu mutlu ederdi. Kompozisyonlarımızı heyecanla sınıfta okurdu. Annem ilkokul öğretmenimdi ve arkadaşlarım Demet, Müzeyyen, Zeynel, onun iyi okurlarıydık. Anneme sınıfta öğretmenim derdim. Evde de annem olurdu. Her gün bir dersimiz kitap okumaya ayrılırdı ve annem yüksek sesle okumaya başlar, sonra da kitabı bize verir yüksek sesle okumamızı isterdi. Vurgulama, noktalama işaretlerine uyma, konuşma cümlelerinde ses değiştirme… Zaten ne olduysa kitapla iletişimim ilkokul ikinci sınıfta oldu. Kitaplığımızda duran Karlar Kraliçe’si kitabı, okuma yarışında en hızlı okuyan öğrenciye verilecekti. Ben birinci oldum, istediğim de o kitabın benim olmasıydı. Renkli resimli güzel kapaklı büyük bir kitaptı. Benim olduğuna inanamıyordum. Düşteydim. Okudum ve okumayı çok sevmeye başladım. Başka yerlerde benim bilmediğim neler yaşanıyordu? Sanırım kitapla konuşmaya o zamanlar başladım. Milliyet Yayınlarından çıkan kitapların hepsi birbirinden güzeldi. Uçan Otomobil’e ne demeli?
Bir yazarla tanışmak beni çok korkuturdu. İlk kimin kitabını imzalı aldım hatırlamıyorum. (Anneme bunu sormalıyım.) Yazarların, söylediğim birkaç cümle ile hikâyemi çözeceklerine inanırdım. Ne kadar da acemiydim. Bekleme salonlarında ya da peronlarda, vagonlarda gördüğüm insanlara da ben hikâyeler uydururdum. Yazarlar için düşündüğümde yanılmadığımı anladım sonradan, yani yeni yeni. Ama bunun gerçek değil de kurgu olduğunu, gerçekle hiçbir bağı olmadığını da yeni anladım. Sadece kahramanlarıma yaşam öpücüğü veriyorlardı. Ben de gördüğüm birisinin hikâyesini kurgulayabiliyordum. Fakat bunun gerçek olmadığının da farkındaydım. Ya çocuklar… Ya hayvanlar… Onlar kendilerini bile anlatamıyorlardı. Birçok çocuğa buna fırsat bile verilmiyordu. Benim işim onların dilini öğrenmekti. Onları büyüklerin ve insanların dünyalarına hazırlamak…
Aziz Nesin, Oktay Akbal, Fakir Baykurt, Bekir Yıldız, Sevgi Soysal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Sait Faik, Orhan Veli… Adlarını burada saymak istesem sayfaları bulur. Onların hayat verdiği, sayfalarda soluk alıp veren, seslendirildikçe yaşayan karakterleri, görmediğim bilmediğim insanları, bana gördüklerimi, bildiklerimi zaman zaman anımsatıyordu. Nasıl oldu da ibre yani kalem kendime döndü anlamadım. Kendime acımasız davranmışım. Gerekli miydi uzak yakın yazmalar, bilmiyorum. Sanırım bu bana yapıştı kaldı.
Yazma serüvenine birlikte başladığımız ve yirmi üç süren arkadaşlığımızla Oya Uslu’nun yazısını okudum. Çok güzel yazmış. Dış gözlemleri ve dayanışma ve mücadelesi hep sürmüş. Kutlamak için onu telefonla arayacağım.
Nalan Yılmaz nasıl da güzel anlatmış ayrıntılarıyla, yazmak için neler yapılabileceğini. Kendime dönük olmadan nasıl yazdığımı düşündüm. Başka nasıl anlatabilirdim?
Oya Engin, yazsında beni de anmış. Kitaplar sayesinde çok güzel yazın dostluğu kurmuştuk. O da çok güzel anlatmış.
Duygu Uzel, Yirmi üç yıllık arkadaşım. O, Oya Uslu ve ben Ceylan Yayınevinin çatısı altında yirmi üç yıldır birlikte olmuşuz. Onun yazı serüvenini biliyordum ama yazısı metaforlarla süslenmiş. Çok güzel bir yazı olmuş. Günlük tutmayı, ablamın günlüklerinin okunmasından sonra bırakıyorum. Duygu beni de liseli yıllarıma, 12 Eylül dönemine götürdü. Birçok şeyden bihaberdim. Kuzenimin üniversite yıllarına rastlıyordu. İçeriye alınmıştı. Sorgular ve… Ablamın sakıncalı kitapları yoktu. Dayımın vardı. Yaşım on üç. Şaşkınım. Neler oluyor, tam olarak bilmiyorum. Anlatmıyorlar. Okulda polisler bütün öğrencilerin çantalarını arıyor. Sıra bizim sınıfa geliyor. Babamı tanıyorlarmış, benimle fazla ilgilenmiyorlar. Özellikle erkek öğrencilerin deftere ve kitapları karıştırılıyor.
İşte kitaplarla konuşuyorum. Belki de konuşmamam gerekiyor. Dinle, diyorum kendime. Dinle. Oysa sohbeti sever kitaplar. Anımsatmayı sever. Unutturmamayı sever. Kendimle ilgili ne çok şeyi unutmuşum. Yapma dedikleri her şeyi yaptığımın farkına yeni varıyorum. İnatçıymışım. Babam beni yasak kitaplardan korumayı ne çok denedi. İnat ettim. İnadına kitap aldım, alma dedikçe… Yazmaya başladığımda artık bir şey söylemez oldu. Benim çocuk kitaplarımı okumayı sevdi ve sanıyorum gurur da duydu. Annem de öyle. Annem lisedeyken yazdığı kitabı anlatırdı. Yazmayı seviyor. En çok mektup yazmayı seviyor. Onu kaybedersek bir köşede saklanmış bizlere yazdığı mektupları bulacağımızdan hiç kuşkum yok. Anne olarak kız çocuğu büyütmenin zorluklarını, acılarını anlatacak. Suskunluğunu bozacak.
Hatice Eroğlu Akdoğan’ın güzel yazısını özenle okudum. Onun da ayrı bir hikâyesi var. Onunla da yirmi üç yıl, Ceylan Yayıneviyle aracılığıyla bir aradaydık. Dün onunla buluştuk ve uzun uzun ucu edebiyata dokunan her şeyden konuştuk. 1998’e götürdü beni. İlk dosyam çocuk öyküsü dosyasıydı ve yarışmaya katılmak için yazıyordum. On günlük bir bayram tatili vardı. Bayramda tatile çıkanların köpeklerini pansiyon olarak evde baktım ve onların başında oturup yazdım. Yanlarından ayrılınca birbirlerine giriyor, hep birlikte bağırıyorlardı. Elbette yarışmadan bir sonuç çıkmadı. Dosyada yer alan bir iki sayfalık Küçük Kelebek masalını daha sonra tek dosya olarak yazdım ve bu benim ilk kitabım oldu; 2000 yılı. Lise yıllarında ablamın getirdiği edebiyat dergilerini hatırlıyorum, bugün Varlık Dergisi halen yaşamak için direniyor. Beş altı yıl öncesine kadar dergileri yakından takip ediyordum. Yeni öykücüleri merak ediyorum. Ne yazıyorlar? Nasıl yazıyorlar? Dünden bugüne değişen ne?
Seyit Oktay’ın serüveni kitabın son sayfalarında yer alıyor. ‘S’ harfiyle son buluyor kitap. Hapiste geçen yirmi dokuz yıl üç ayında yazmak yazgısı oluyor. Otuz yılı doldurunca özgür olacak. Şu sıralarda özgürlüğüne kavuşmuş olmalı. Yayımlanmış on kitabı bulunmakta. Kitapları Ceylan Yayınları ve Ar Yayınları tarafından yayımlanmış. Yazmak Yazgımdı, diyor verdiği başlıkla. Onu dinliyorum. Onu dinleyenlerin çok olmasını diliyorum. Kitaplarının da okuru bol olsun. Ne söyleyebilirim ki? Umutla mücadele veren, nice aydınlarımızın yolu içeriden geçiyor. Yazdıkları yüzünden, düşünce suçundan içerideler.
Alper Akçam, Yazmak Yaşamaktır diyor. Onu umutla dinliyorum. Birçok yazar adayı için olduğu kadar yazarların da sohbet edecekleri bir yazı. İnatla ve umutla… Kitap severlere öneriyorum.
Bu gece ancak bu yazarlarla sohbet edebildim. Devamı yarın.
Bugün arkadaşım Sevin Sezgin’in annesinin doğum günü. İyi ki doğmuş ve iyi ki Sevin hayata gözlerini açmış. Ben de onunla tanışmışım, ne güzel. Birlikte nice umutlara…
Bugün 6 Ekim. İstanbul’un işgalden kurtuluş günü; yıl 1923. Bugün 1868’de Dersaadet İdare-i Belediye Nizamnamesi çıkarılmış ve İstanbul on dört belediyeye ayrılmış. 1923 besteci ve hekim Selahattin İçli, İstanbul’da dünyaya gelmiş. 1978 Onarımdan geçen Atatürk Kültür Merkezi açılmış. 1986 TRT-2 yayın hayatına başlamış.
Karadut ve Eme uyuyorlar. Öyle güzel uyuyorlar ki uyandırmaya kıyamıyorum.
Bir yanıt bırakın