KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER  – 30 Kasım 2023 / Perşembe

KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER  – 30 Kasım 2023 / Perşembe

Telefonun çaldığını işitiyordum, elimi uzatıyordum ama bir türlü tutamıyordum. Rüya görüyorum, diye düşündüm. Elimi yastığa bıraktım, sola dönüp kıvrıldım. Ses kesildi.  Gözümü açıp pencereye baktım. Stor perde ışığı sızdırmıyor ama Karadut storun önüne geçe geçe incecik bir aralık oluştu. Dışarıdaki ışığı görebiliyorum. Çizgiye bakılırsa sabahın körüydü. Telefona uzandım, baktım. Yataktan fırladım. Annemi arayacağım. Uyuduğumu anlarsa, erken yatmamı söyleyecek. Ben ayağa kalkınca Karadut ile Eme mama kaplarının önüne geçtiler. İlk işim onların yemeklerini vermek oldu. Salona geçtim. Telefona baktım. Bir cevapsız arama vardı. Bipo arkadaşım Serap.  Önce annemi aradım. Ona çoktan kalktığımı, kahvaltı bile yaptığımı söyledim. “İyi erkencisin,” dedi. Oysa saat 13:00’a geliyordu.

Gözlerimi kapadım. Yüksek sesle şarkı söyledim. Ses tellerimi açıyorum. Birkaç dakika sonra kendimi hazır hissettim. Cevapsız aramaya döndüm. Telefonu çalıyor.

“Günaydın Serap,” dedim.

“Asıl günaydın sana. İnsan bir kez olsun arar değil mi? Hep ben arıyorum,” diyerek siteme başladı. “Aradım ya işte.”

“Seni ben aradım.”

“Boş ver şimdi.”

“Serap iyi mi, hasta mı, ne yapıyor diye hiç düşündüğün yok. Telefonlarımı bile açmıyorsun.”

“Nasılsın? İyi misin?”

“Şimdi daha iyiyim. Oysa düne kadar çok kötüydüm. Havalar seni de etkiledi mi?”

“Ne gibi… Ha anladım, depresif yanım var. Onu soruyorsun. Sürekli yatmak istiyorum, kedilere özendiğimi düşünüyorum. Kalkmakta zorlanıyorum.”

“Dikkat et de devamı gelmesin.”

“Merak etme sen.”

“Ben geçen hafta sürekli resim yapıyordum. Enerjim çok yüksekti sonra birden havaların da bozmasıyla birlikte uyumaya başladım. Kolumu kaldıracak gücüm yoktu. Sonra toparladım derken…”

Uzandığım koltuktan kalktım. Hoparlörü açtım. Mutfağa geçtim. Kendime çay suyu koydum.

“Ne olur ne olmaz diye ilaç dozlarını arttırdım. Ciddiye almadım aslında. Önemsiz geldi gözüme. Nasıl olsa dozu da ayarladım ya. Meğerse tetiklemiş hastalığım. Birden çakıldım yere. Atölye arkadaşlarıma, yaptığım resimlerin fotoğraflarını çekip gönderdim telefonlarına. Sonra ne oldu dersin?”

“Resimlerini çok yaratıcı buldular.”

“Hayır, bilemedin. Yedi kişiye gönderdim. Biri eğitmenimizdi. İletiyi gördü ama yanıt yazmadı. Yedi kişiden sadece iki kişi geri döndü. Beğendiklerini söyledikten sonra “ama” diye bir ikinci cümle yazmışlar. Ama ne demek ya? Ne? Ama ne?” Sesini yükseltmişti.

“Anlıyorum ama öfkelenmemelisin.”

“Bak sen de ama dedin. Söylemeyin bunu söylemeyin ya.”

“Olur, kızma…”

“Düşündükleri şeye bakar mısın? ‘Bence bu kötü.’ ‘Fırça darbeleri anlaşılıyor. Resmin derinliğini bozuyor,”  diye yazmışlar. İşte ondan sonra koptu her şey. Ben de onlara daha önce yaptıkları tabloları eleştirdim.”

“Ne oldu sonra?”

Öyle karışık anlattı ki, söylediklerini toparlamak için üzerinde çalışma yapmak zorunda kaldım. Deftere, her biri birkaç cümleden oluşan konuları yazdım. Sonra da sıraya dizdim. Her şey birkaç gün önce başlamıştı. Sabahın erken saatlerinde kalkıyor, atölyedeki sergi için yapmaya başladığı dört tuval üzerinde düşünmeden, aklına geldiği gibi fırça darbeleri indiriyordu. Çıkan sonuç harikaydı. Bu kadar yaratıcı olabildiğini görmek onu mutlu etmiş, uykusuz birkaç gecenin ardından neredeyse son fırça dokunuşları kalmıştı. Bu arada internetten sesli kitaplardan on dakikayı geçmeden öyküler dinlemişti. Korku öyküleriymiş.  Seslendirme muhteşemmiş. Bana bunların yeraltı edebiyat tarzında mı yazılmışlardır, diye sordu. Bilmediğimi söyledim. Hiç bu türde kitap okumamıştım.  O gece erken yatmış. Daha doğrusu saat on ikiyi yani yirmi dördü vurmadan iletilerini göndermiş. Yatmadan önce birkaç öykü daha dinlemek istemiş. “Mideme tekmeler atıldı. Midemin bulandığını hissettim. Öğürmeye başladım. Neredeyse kusacaktım. Öfke duygusu beni esir almıştı. Uyku ilacıyla birlikte mide bulantısına iyi gelecek bir ilaç alıp yattım. Rüya değil de kabuslar beni uyandırdı. Bir aşk romanı okumaya başladım. Ne yazık ki yatışmamı sağlamadı. Kabus gözlerimin önünden gitmiyordu. Öfke vardı, hissedebiliyordum. Öfkemin zararsız olduğunu düşünüyordum. Öyle olmadı. İlaçların etkisiyle rahatladım. Sabah kalkınca geçecekti. Güzel iletiler alacaktım arkadaşlarımdan ve mutluluk baskın gelecekti.”

Öyle olmamış. Uyandığında kendini gergin hissediyormuş. Öfke üzerine düşünüyormuş. Bir insan neden öfkelenir, sorusundan önce “Ben ne zaman ve neden öfkelenmiştim?” sorularına yanıtlar arıyormuş. Sonunda hepsine yanıtlar verebilmiş. Hatırlayabilmiş yani. Yine bir hata üzerine gazetesinin üçüncü sayfa haberlerini okumuş ve olan olmuş. Sevgilisini öldüren adamlar… “Caniler, caniler!” Midesini tutuyor… Bu arada her ileti gelişinde haber veren, şişe kapağının yere düşerken çıkardığı sesi üzerine telefonuna bakıyormuş. Hiç biri beklediği iletilerden değilmiş. Gerginliği sürüyormuş. Ev soğuk olduğu için battaniyeyi üzerine alıp koltuğa uzanmış. Rüya görmüş. Kabus değilmiş çünkü düşünüyormuş. Öyle hissediyormuş. Düşündüğünü yani. Daha önce karşılaştıkları. Sonra yemek için dışarı çıkmasının iyi olacağına karar vermiş. Sokakta dilenen adamı kovan cafe çalışanı öfkeyle onu dükkanın önünden uzaklaşmasını, müşterilerin içeri girmesine engellediğini söylemiş. Tam da öğle yemeği saatleriymiş. Kafe bütün işi bu saatlerde yapıyormuş. Dilenci beddua edip uzaklaşmış. Serap da sizde yemek yemeyeceğim artık. Sizi kınıyorum, demiş. Ne yaparsan yap, demiş adam. Kibarca kovulduğunu söyledi. Çok öfkelenmiş. Demek ki ben de öfkeleniyorum, diye düşünmüş. Öfkesinden önüne bakmayınca da kaldırımdaki çukura düşmüş. Hava karanlıkmış öğle vakti olmasına rağmen. Siyah bulutlar hiç çekilmemiş gökten. Yerler ıslakmış ve üstü başı ıslanmış çamur olmuş. Bir küfür savurmuş dişlerinin arasından. Bir adam sokak köpeğine tekme atmış. Bu kadarı yeter demiş ve eve kendini zor atmış. Uzanmış. Zihni öyle kötüymüş ki patinaj yapıp duruyormuş. “Öfke her şey yaptırabiliyor insana,” diye düşünmüş. Kendi öfkesi, başkalarının öfkesi, toplumun öfkesi, siyasilerin, eylemcilerin. Bu en sonuncusu çok masum gelmiş gözüne. Sadece yürüyorlar, öfkesini pankartlarda taşıyorlarmış. Beş kişiye on polis görevlendirilmiş. “Bunlar da nereden çıktı şimdi?” diye düşünürken, halktan insanlar denilen grupların kundakladığı, bombalar attığı haberler canlanmış. Hani telefonuna mesaj gelse, unutacakmış. Sonunda bir şişe kapağı düşmüş ve bakmış. Beklediği ileti. Hem de ikisi aynı anda atılmış.   Okudukları onu tetiklemiş. Yazmamak için kendisini tutmuş. Sonunda yazmış.

“Oysa ilaçlarımın dozlarını arttırmıştım. Bunu Bipo sezmiş olmalı ki hiç yanıma gelmedi.” Bipo kuyruk sallayıp başını öne eğip eğip onu süzmüş. Kapı tıkırtısına bile havlamamış. “İlk günler iki kata çıkarmıştım. Rüyadan önce de üç kat. Akşam da dört katını almış ilaçlarının. Bana mısın dememiş. Bir yıkılıyor, bir coşku duyuyormuş. “Çok yıpratıcıydı. Kendimi, üzerime ateş açan silahlı adamların mermilerinden kaçmak için zikzaklar çizin biri gibi gördüm. Koşuyordum. Bütün şiddetler peşimdeydi. Tanklar, oy pusulaları, cübbeli adamlar, polisler, gözü dönmüş eli bıçaklı adamlar, ellerinde ateş topları olan gruplar, canlı bombalar… Uzaylılar da gelince zıvanadan çıkmış. Salondaki büyük tablosuna bakmış. Kumsala uzanan mavi deniz ve mavi ufuklar… İki zıt kutup arasında… “Mani ve depresyon ne kadar sıklıkla değişiyordu anlayamadım. Çok yorgun düştüm. İlaç aldım beş kat. Uyumuşum.”

En son olarak gülmeye başladı. “Bu kadar. Bugün kabus gördüm. Yine de hasta olmadan atlattım. Kısa sürdü. Zararsız atlattım.”

“Ya attığın iletilere ne yanıt geldi?”

“Unuttum. Hatırladığım birkaç yazışma yaptığımız. Sonra sildim iletileri.”

Israr etmedim.

“Kaç gündür güneş yüzü görmüyoruz. Rüzgâr da çok kuvvetliydi. Ondan olmalı. Bir de öfke girince araya… Ya sen? Sen nasılsın? Son on günde sende bir şeyler oldu mu?”

Ne söyleyeceğimi bilemedim. Sustum. O konuştu. “Facebook’ta yazışmaları okudum. Yaşayanlar çoğunlukta. Mevsimsel olduğunu yazmışlar.” Bu illetten kurtulan var mı? İyileşecek miyiz, Bu kovalamaca bitecek mi, diye soranlar çokmuş.

İşte böyle. Bu konuşmalar beni de tetikleyecek diye çok korktum. İlaç dozumu artırdım. Yine de uyku düşmedi gözlerime.

Bir telefon iyi gelir, diye düşündüm. Kimi arasam, kimi arasam, diye düşündüm. Sonra günlüğümü mesajla ilettim arkadaşlarıma.  Hay aksi yine tongaya düştüm.

Bir çocuk öyküsüne başladım. Bir saat çocuk öyküsü, bir saat günlük…  Günlük güneşlik bir orman. Bipo arkadaşım ve Facebook’taki bipocanların yazdıklarını okuyup yazdım. Bir güneş, bir karanlık geçen sel ve fırtınalı üç dört gün kentteki yaşam. Bipo, karanlık boşluk; Güneş ve deniz, orman.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*