KİTAPLI KEDİLİ GÜNLÜKLER – 09 Aralık 2023 / Cumartesi
Hayatlarımız bir hikâye. Bazıları için de roman. Gerçekten. Yaratılan çatışmaları çözmek için zihnimizde yazmaya çözmeye çalışıyoruz. Elbette herkes yazar olamadığı için hikâye aynı dille ve cümlelerle uzayıp gidiyor. Yeter! Eğer yazar değilsen sosyal medyanın pompaladığı bilgileri, çözüm önerilerini bir kenara bırakma zamanı geldi de geçiyor bile. Çözemiyor işte. Hayat bize vaat edilen bir yer olamadı, parçalanmayı önerdi. O yapbozu çözmekle uğraşırken, yeni sunumlarla tüketim çılgınlığıyla karşımıza çıktı. Tüketilen kendi hayallerimiz umutlarımız… Bozulan denge… Benim hayatım roman da değil neyse ki. Yazılarım birçok yerden geri dönüyor. Çatışma yok, uzlaşmacı bir yaklaşım. Macera yok. Kaybolan doğa betimlemeleri ağırlıklı. Bilgi parçacıkları. Parçaları bütünleme çabası. Yazdıklarıma artık inanmıyorum. Çok şükür yazar değilim. Bir zamanlar yazarcılık oynadım. Bebeğim ve ben. Her kitap bir bebekti. Şimdi yaşları neredeyse otuza doğru merdiven dayadı. Oyalanmaya son. Yazmaya devam. Herkes yazabilsin diye. Neyi? Kaderini, tercihlerini, istediklerini…
“Anlamıyorum artık…” Noktalı yerlere hangi kelimeleri yerleştirdiğimi hatırlamıyorum. Çatışmaları mı? Ön yargıları mı? Karşıdakinin ne demek istediğini mi? Saldırı olarak algılan, cümle içinden seçilen kelimeler mi? Savunma durumları, üste çıkma çabaları, suçlamaları, yanlış anlamaları… Hepsi saçmanın da ötesi. Susmak en tehlikesiymiş. Neden ben şimdiye kadar bunu öğrenmemişim? Yaza yaza belki de susmanın en iyi yol olduğuna inandırdım kendimi. Hatırladım. Hatırlıyorum.
İş yerinde beni temsil eden arkadaşlarım olurdu. Benim yerime konuşurlardı. Beni savunurlardı. Ben susar, öfke duyardım ama bir şey söyleyemezdim. Suçlamalar gerçek boyutlarını aşardı. Serap bugün telefonda, arttırdığı ilacın onu uyuşturduğunu, bir şey söyleyemediğini; çünkü kelimeleri hatırlamadığını söyledi. Bugün kendisini savunması gereken bir duruma düştüğünü ve yine bir şey söyleyemediğini… Anlattığı açıklama ve savunma gerektirmiyordu bana göre. Akşam restorana, bir iş yerinin çalışanları toplu olarak gelmişler. Sık sık yemeğe gelen ve akşamki yemeği de organize eden adam, çok sarhoş olmuş. Serap’tan yeni servis açmasını istemiş. Tabakları koyarken onun bacaklarına dokunmuş. Sonra… İş yerinden kovulmuş. Adam bir ay içinde Serap’ın iki maaşını karşıladığı için orada kalan olmuş. Patron, Serap’a çalıştığı günlerin ücretini ödeyip ayrılması gerektiğini söylemiş. Öfkeliydi; yeni bir iş bulamayacağını düşünüyordu. “Kendimi savunamadım. Adamın suçlu olduğunu söyledim. Ben bir şey yapmadım. Masadaki birçok kişi yaptığı davranışı gördü ama gördüklerini söylemediler. Sustular.” O bunu da unutur diğer şeyleri unuttuğu gibi. Derler ya zaman her şeyin ilacıdır. Oysa zaman olsa olsa unutmanın ilacıdır. Hatırlatan her şeyden uzak durmakla korunacağını sanırsın. Serap bir roman kahramanı olmaktan çok bir hikâye; aynı duygular, birbirine benzer durumlar anlatan, ilkokul sözlüğündeki kelimelerle anlatılan bir hikâye. Üzgünüm Serap. Tek avuntum her batışının bir çıkışı olduğu; hastalığın sayesinde bu da. Kullandığın ilaçlarının… Ne yapması gerektiğini bilmiyorum. Belki de patron tercihini adamdan yana verdiğinde kendisi gitmek istemeliydi. Çatışma bu. Çözümüm olmadığı için susuyorum. Bilmiyorum gerçekten.
Bu gece bir yılın biteceğini hissediyorum. Çocukluğumda aile içinde yapılan yeni yıl kutlamasında heyecanla saatin on ikiyi geçmesini beklerdim. Sonra da şimdi ne olacak diye dikkat kesilirdim. Yeni nasıl bir şeydi? Birkaç hafta sonra yeni bir yıla gireceğim. Durup bekleyeceğim yine. Ama bu defa değişenin ne olduğunu bilerek, onu bekleyerek ve beklediğim şeyin geldiğini… Bazı olaylara çözüm bulacağıma inanmayı öyle çok istiyorum ki. Dışarıdaki çatışmalara, iletişimsizliğe çözüm… Ben ancak içsel çatışmaları çözebiliyorum. Bugüne kadar düşün düşün dedikleri ve bir boka yaramayan düşüncelere tümden isyan etmek. İçeriden fethedilmiş. Surlar yıkılmış. Mitolojinin de işe yaramayacağı…
Antik kentteki arkeolojik çalışmalar çok eski tarihli değildi. Bizden beş kilometre uzaklıktaydı. Yüzyıllar öncesinde bu kentteki insanların inandığı Ana Tanrıça… Benim de inandığım Ana Tanrıçaya adaklar adandığı ve dileklerin gerçek olduğu… Kadınları koruyan, kollayan, toprağa ve kadına bereket veren Tanrıça. Surların içinde yer alan ise kentin koruyuculuğunu sağlayan Ares’ti. Ana Tanrıça ise bir mağaraydı. O halkın Tanrıçasıydı. Bulunduğu mağarada binlerce adaklar arasında pişmiş Tanrıça heykelleri, hayvan kemikleri, düğmeler, cam eşyalar, yüzükler, boncuklar… Bu mağara keşfedilmemişken kadınlar oradaki bir ağaca renk renk kumaşlar, kurdeleler, ipler, boncuklar asıyorlarmış dileklerinin gerçekleşmesi için. Ben de uzaktan dilemiştim, bahçedeki gül fidanına iple bağlayıp dileklerimi yazdığım kâğıtlar asmıştım. Dileklerim vardı ama şimdi hatırlamıyorum. Belki bir başka zaman hatırlarım. Peki bugün inanıyor muyum?
Tarih iki kere tekerrür edermiş. Birincisinde acı, hüzün; ikincisinde ise ironi olurmuş. Böyle okudum bir makalede. Hikâyelerim hep hüzünlüydü. Yeni yıl ironiyle gelecek. Umarım yani. Asi çocukların, öfkenin karşısında pis sırıtışları gözlerimin önüne geliyor. Ben yaramaz çocukları seviyorum; onlar yaptıkları adına şaka dedikleri her şeye gülüyorlar. Asi çocuklar yıkıcıydı ama yıktıkları ne yazık ki iyilikti.
Serap’a dedim ki sakın maniye girme. Neden, diye sordu. Restorana girip oradaki insanlara gülerek yaşadıklarını anlatırsın. Sesi çıkmadı, sustu. Sonra da söylediklerime pişman oldum. Ya yaparsa!
Bir yanıt bırakın