GÜNLÜKLER -48-

GÜNLÜKLER -48-

 

Romanın sonuna mı geldik, diye düşündüm ben de. Portakal Suyu hikayesi bitti mi? Aslında o bir hikaye değil. Olsa olsa roman olur. Ben yazmaya devam ettiğim sürece en azından, romanın sonu gelmemiş olacak. Fatma Akerson’un Düğmeler ve Başka Şeyler romanı da yeni roman olarak gelişim değişim gösteriyor. Romanı tanımlayamadan roman dönüşüm geçiriyor. Yaşam gibi, gerçek gibi. Her şey değişiyor. Bir ben bilmiyorum değiştiğini; çünkü yaşadığım kentte her yerde kelimeler okuyorum, dinliyorum. Kendi kelimelerim kayboluyor, sessizleşiyor, ama boyun eğmiyor. İşte yazıyorum.  Eve gelince kitapları açıyorum. Bir benim sesim bir de seslenen kitap sözdizimleri dolduruyor içerinin havasını. Bir de Emo’nun mırıltıları, klasik müzik eşliğinde.

Aşk Romanları Okuyan İhtiyar gibiyim sanki.

Geçen  gün gece yarısı ardı ardına gelen sesler işittim. Henüz yatmıştım. Patlama sesleri gibiydi, havai fişek olamazdı. Kalktım, perdeyi araladım, baktım. Gökyüzünde sağ tarafta aydınlanmalar oluyordu. Bekledim. Bulunduğum yer de aydınlanmaya başladığında salona geçtim. Emo yanıma geldi. Gök gürültüsü gök gürültüsü gibi değildi. Sürekli aydınlanıyordu ortalık. Uzun ağaçlar eğiliyordu, yıkılacak diye bekledim. Oturdum. Bir sigara yaktım. Korkmadığımı fark ettim. Gök gürültüsünden çocuklar çok korkar, onlara geçeceğini söylerdim. Birlikte bakardık camdan. Emo ile birlikte baktık. Bir yerlerde sel olurken, bir yerlerde de toprak kaymıştır. Gecenin yarısı uyananlar, alınması gereken önlemleri almıştır. Ben de  önlem aldım, pencerenin altına havlu koydum.

*

Romanın birçok pencere açtığını okuduklarımı düşündükçe görebiliyorum. Yeni yeni şeyler fark ediyorum. Tekrar okusam sanırım daha pek çok pencereyle karşılaşacağım. Sürekli sorular soruyorum. Yanıtlarını bulduğumda başka sorular yerini alıyor. Yaşadığım dünyaya anlamaya bilmeye çalıştıkça kayboluyorum kentin labirentlerinde. Bir çıkmaz sokak gerek. Kitapsız asla.

Dünyada bu coğrafyada yaşananlar gerçek mi? Politikacıların söylediklerini haber olarak değil de bir roman içinde anlatsam okur bulur mu? Basılı ve görsel yayın aracılığıyla iletilenlere inananlar gittikçe artacak mı? Bu kurgunun dışında kalmakla da sakıncalı olduğum bir dönemde mi yaşıyorum? Sorular, sorular… Ama ne güzel yazmışlar da okuyor gibi oluyorum…

“Romanı, diğer türlerle ve gerçeklikle ilişkisi bakımından incelediğimizde melez bir politikacıya benzetebiliriz. Üstelik bu melez politikacı son derece gevezedir.”s.37 diyor Roman Kuramına Giriş, Zekiye Antakyalıoğlu.

Ne olabileceğini düşünüyorum; olmadığını ama olabileceğini. Edebiyat eserleriyle olabilecekleri düşlüyorum. Yansımaları düşüyor gerçekliğime.

“İyi bir hikaye ne olmadığını ve ne olamayacağını, iyi bir roman ise ne olabileceğini ama olmadığını anlatır.”s.38

Dil ile kendi gerçekliğimi yaratırken, çevremde yaşadıklarımın da beni şekillendirdiğini biliyorum.

“Gerçeğin insan duyularıyla algılanıp dille ifade edildiği haline gerçeklik deriz. Gerçekçilik ise, işte, dilselleşmiş olan gerçeği, sembolik düzenin parçası haline indirgenmiş olanı ya da bir “olgular” bütünü olarak dünyayı olduğu gibi temsil etmektir.”s.42

Hayat devam ediyor, tüm bilinmezlikleriyle.

Roman için Novalis şöyle demiş; roman kitap biçimini almış bir yaşamdır.

“Okur bu senfonik düzene bayılır, bundan keyif alır. Hikayenin içine girer ve kendi gerçekliğinden kurtulur. Bu uykuya ihtiyaç duyar; çünkü onun kendi yaşamsal gerçeklikleri yorucudur. Oysa…”s.48

Düzeni bozanlar da varmış. Bu düzeni bozan eserleri okumaya devam.

*

Zaman nasıl dönüyor? Benle ilgili yazacak bir şey bulamıyorum. Her şey dışarıda aslında. Dışarıdaki sesleri kestikten bir süre sonra sessiz kalmayı öğrendim. Ama yazmadan değil.

Sabah oldu. Sabah haberleri başlar. Olanlar olmuştur. Burada değişen ne varsa hepsi yansımaları. Şiddet, cinayet, ötekileştirme.

Ben mi? İçime bakıyorum. Sessiz. Bana dair bir şey bulamıyorum. Belki de şimdilik öyledir. Ne saf okurum öyle. Ben de kurgularımı postlaştırdım sanırım. İç sesler yok. Sadece kareler diziliyor çerçeve çerçeve duvarlarda. Yabancı gibi bakıyorum. Ne söyleyeceğimi bilemiyorum. Biraz hüzün, biraz nostalji belki. İlk kare benim görmediğim bebekliğimden, anlattıklarından çıkarıyorum.  Evi, çevresini, ağaçlarını, gölü ve  insanları. Bulut  oluyorlar  birden, gökyüzünde rüzgâr alıp götürüyor onları, ben kalıyorum.

Bir roman yazarsam eğer, nereden başlayacağımı düşünmeyeceğim. Nasıl olsa istediğim yerden başlayabilirim. Ne fark eder? Fark eder mi, bugün ya da dün ya da uzun yıllar önceden başlayacak olması? Ne kadar geçmişe gidersem o kadar kök saldığını görebileceğim.

Bir karenin önünde çayımı yudumluyorum.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*