GÜNLÜKLER – 22 Ekim 2020

GÜNLÜKLER – 22 Ekim 2020

Gözlerimi dünyaya açtığımda elbette nasıl bir yere geldiğimi bilmiyordum ama belki de biliyordum da şimdi hatırlamıyorum. O zamanlar dünyaya nasıl baktığımı ne gördüğümü şimdi herkes gibi anımsamıyorum elbette. Sanırım iki oda, bir mutfaklı lojmanı tanımaya çalışıyordum. Bir oda annemlerin yattığı odaydı. Diğer oda da oturma odası olup biz çocukların da yattığı yer. Bir de küçük bir mutfak.  Evin kokusuna da alışmış olmalıyım. Bütün yemek kokularını bastıran bir koku. İlaç kokusu. Babam bitişik duvarlarımızın ardındaki sağlık ocağında sağlık teknisyeniydi. Annem ise hastanede hemşire. Annemin memesi bile ilaç kokardı sanırım. Babam hasta olduğunda annem ona iğne yapardı. Kocaman iğne su içinde ocakta kaynatılır, mikroplardan arındığına emin olunduğunda penslerle alınır soğumaya bırakılırdı. Annem, babamın mavi çizgili beyaz pijamasını indirir bizim görmediğimiz poposuna iğneyi batırırdı. Eğer annem hasta olursa aynısını babam anneme yapardı. Sıra bize ne zaman gelecekti? Bunu anımsamıyorum. Korktuğum, ölesiye korktuğum ve başıma gelen her ne varsa unuttum.  Kaçmayı başardıklarımı anımsıyorum. İlkokul ikinci sınıfta aşı olmamız için sıraya girmiştik. Daha bana sıra gelmeden kaçmayı başarmış, iki katlı okulun merdivenlerinde koşarak çıkıp arkamdan koşanları savabilmek için merdivenleri bu defa koşarak inmiştim. Beni yakalayamadılar. Başarmıştım. Daha sonra annem bu aşıyı bana yaptığını anımsamıyorum. Yaptığından eminim çünkü bugün bile koluma baktığımda herkeste bulunduğu sayıda aşı izleri taşıyorum. Ne bir fazla ne de bir eksik.

Bütün çocuklar gibi iki yaşından sonra kapı önünden uzaklaşmamak şartıyla lojmandan çıkabilmiştim. Kapı önünde belirlenmiş oyun alanım büyümemle birlikte, sağlık ocağının bahçesini içine almıştı. Anımsadığım ilk oyunum  da küçük tüp ve tencere ve bardakları temsilen bakır taslarla oynadığımız evcilikti. Bahçemize gelen kız arkadaşımla ve benden küçük kız kardeşimle oynardım. Kız kardeşime taslara sütün nasıl döküldüğünü, tüpün üstüne koyduğum tencerede çorbanın kaşıkla nasıl karıştırıldığını, küçük tas olan yemek tabaklarına koyulan çorbanın kaşıkla nasıl içildiğini öğretirdim. Ocaktan tencereyi yeni indirmişsem çorba sıcak olduğu için kaşığı üfleyerek içmesini bağırarak öğretmek zorunda kalırdım. Akşam işten gelen annem sadece ebatları değişen bakır kaplarda benim yaptığımı yapar önümüze koyardı. Babam da işten çıkmış olurdu, sofraya hep birlikte oturmak geleneklerimizdi. Büyükler yemeğe başlamadan ağzımıza lokma almazdık. Gerçi bunu öğretirlerdi ama uygulamazlardı. Babam önce bizim başlamamızı söylerdi. Sonra babam ve annem yemeğe başlarlardı. “Başka yerde sofraya oturduğunuzda yemeğe büyüklerin başlamasını bekleyeceksiniz. Anladınız mı?” derdi babam. Gerçi yemekten önce yemek duamızı okurduk hep birlikte. Ellerimizi açar duamızı ederdik. “Artsın eksilmesin. Taşsın dökülmesin. Yiyenlerin karnı doysun. Amin.” der ellerimizi yüzümüze götürdük sonra da babam “Afiyet olsun.” der demez yemeğe başlardık. Yemek bittikten sonra okuduğumuz dua da başka olurdu.

Babam bizi severdi. Kucağına alırdı, sarılırdı, öperdi. Annem de aynısını yapardı. Yanaklarımızı ıslatmadan öperlerdi. Benim anımsadığım en güzel kucak sağlık ocağına yeni gelen göreve yeni başlamış, dalgalı sarı saçlı, beyaz tenli, mavi gözlü genç doktordu. O beni çok severdi. Beni kucağına alır, omzuna oturtur, bazen de havaya fırlatır beni yere düşürmeden kucağına alırdı. Bir gün babam beni kucaklamasına yasak getirdi ve o günden sonra bir daha genç doktorun kucağına çıkmadım.

Ben ablamdan beş yaş küçük, kardeşimden de iki yaş büyüktüm. Ablam arkadaşlarının evine giderken peşine takıldığımı beni de götürmesi için arkasından ağladığımı anımsıyorum. Bana çok sert çıkardı, onunla gelmemi istemezdi. Oysa başka evleri, görmediğim sokakları merak ediyordum ve onun dışında da kimse yoktu ki beni gezdirsin. Bazen annem ona kızar beni yanına alması için diretirdi. O zaman dünyalar benim olurdu. Başka evlerin kendilerine ait bahçelerinde arkadaşım olmasa da oynamaktan zevk alırdım. Bu arada evin içine de girerdim. Bizim evimize benzemeyen evleri merakla incelerdim. Benzerlikleri  çok az olurdu. Bir kere büyük odalarımız yoktu bizim. Büyük mutfağımız da yoktu. Kendimize ait bir bahçemiz yoktu. Ağaçlar, çiçekler, tavuklar, köpekler… Hiçbiri yoktu. Tavukları kovalamıyor onlarla yakalamaca oynuyordum. Ben onları kovalıyordum tam yaklaşıp dokunacağım sırada bana döner, gıdaklamaya başlar, beni kovalardı.

Çoğu zaman tek başıma kalırdım, lojman kapısı önünde oturur bildiğim tek oyun olan evciliği oyardım. Yemek yapmak ve yemek dışında bir şey yapmazdım. Annem işten gelip mutfağa geçince kardeşimle birlikte kapı önünde elimizde salçalı ekmek dolaşırdık. Lojmanın kapısı ile sağlık ocağının kapısı yan yana olmadığı için hastaları ön tarafa geçmediğimiz sürece görmezdik. Onları görmemiz için biraz daha büyümemiz ve oyun alanımızın da bizimle birlikte büyümesi gerekiyordu. Evcilik oyunundan sıkıldığımda dördüncü sınıfa gidiyordum. Yeni oyunlar öğrenmiştim tığ ve şiş kullanmayı örgü örmeyi öğrenmiştim. Bebeğim vazgeçemediğim pembe rengi solmuş, kolları ve bacakları lastikle bağlanmış plastiktendi. Ona elbise dikmeyi öğrenmiştim. Onu kendi diktiğim elbiselerle giydirmek en büyük eğlencemdi. Kitap okumak ise vaktimin çoğunu alırdı. Hiçbir uğraşım ya da oyunum kitaplara ayırdığım zamanın üzerine çıkmazdı.

“Büyüyünce ne olacaksın?”

Herkesin sorduğu soruydu ama hiç doktor olmak istediğimi söylemedim. Doktor olmak istemiyordum. Çocuklara iğne yapamazdım. İğneden ölesiye koruyordum. Bütün arkadaşlarım korkuyordu. İğne yapamayan bir doktor olmayacağını biliyordum. Sağlık  teknisyeni de hemşire de olmayacaktım. Öğretmen de olmayacaktım. Çocuklara bağıramazdım ben. Bebeğime hiç bağırmadım. O da hiç ağlamamıştı ki. Okula gitmiyordu, yemek yemiyordu, tuvalete çıkmıyordu. En önemlisi konuşmuyordu. Bebeğimin adını Ayşecik koymuştum. Kardeşimle paylaşamadığım tek şey Ayşecik’ti. Televizyon ilk çıktığında kutuda izlediğim ve sevdiğim tek şey kantocu Nurhan Damcıoğlu’ydu.  Bir de bayramlarda özel eğlence programlarında çıkan dansözler. Ben büyüyünce kantocu olacaktım. Bunu birkaç kez söyledikten sonra annem ve babam okumam gerektiğini başka bir meslek seçmemin daha iyi olacağını söylediler. Saydıkları mesleklerde ne yapacağımı bilmiyordum ki. Avukat kimdi? Polis kimdi? Kadından asker olur muydu? Savaşa gider miydi kadınlar? O yıllarda gözde meslek öğretmenlikti ama ben öğretmen olmak istemiyordum. Çocuklara kötü davranmak istemiyordum. Ben öğretmen olsam bütün derslerde çocuklara bahçede oyun oynatırdım. Bildiğim ve çok sevdiğim tek şey vardı; oynamak ve kitap okumak. Ne bulursam oynardım, ne bulursam okurdum.

 

 

2 yorum

  1. Güzel bir öyķü yazmışsın sevgili Nermin. O teneke kutuda kaynatılan şırıngalar çocukluğumuzun korkulu rüyalarıdır. Bir de okuldaki aşı kuyruğunda beklerken çektiklerimiz. Şimdi bu korona günlerinde onca yıl gerilere gidince bazı küçük korkular kadar küçük sevinçler de anlamsız geliyordu ama yazdıklarını okuyunca içimde bir şeyler kıpırdandı. Arkeoloji bir kazıyı başlattı öykün. Benzer olan şeyler yalnızlıklar oluyor. Devamını bekliyoruz canim. Emel Dinseven

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*