GÜNLÜKLER -19-
Tam olarak nasıl yazmak istediğime karar veremiyorum.
Olay mı anlatılmalı, betimlemelere az yer vererek? Okurun bunu ben de yazabilirim, diye düşünmesini mi sağlamalı? Metne yolculuğunda, kendi düşüncelerini de katabileceği bir hikâye mi olmalı?
Yoksa içsel yolculuklarla bireyin dünyasını mı anlatmalı?
Bütün bunlar yapılmış. Biz okur olarak da tercihimizi yapıyoruz. Okur olarak başka ne bekleyebiliriz ki?
Dil. Sözdizimi. İfade etmekte zorlandığımız duygularımızı, sezgilerimizi anlatabilmek. Dil yaşayan bir organizmaysa, bunun değişimi için bilinmeyenler üzerine yoğunlaşmamız gerekiyor. Teknolojinin dilden önde ilerlememesi gerekir. Bu nedenle yalnızca çalıştığımız iş ile ilgili gelişmelere açık olmamız yeterli görünmüyor. Bizim günlük hayatımızla bağlantı kurabileceğimiz metinlere gereksinmemiz var. Günlük hayatımız, bizi günlük dille öyle sınırlamış ki üzerimizde baskı yapmakta. Bu baskıyı dil bir parça da olsa kaldırabilecek. Dil ile bizi çevreleyen nesnelerle yeni bir dil kullanım alanı yaratmak. Eskiden olsa bizi çevreye bağlayan doğa denirdi, betimlemeleri, işaretleri, metaforları… Şimdi kent dışında da tahribata uğrayan doğa bizim onunla bağ kurmamızı engelliyor. Eski kuşaklar geçmişi özlerken, yeni kuşaklar da onları anlamıyor. Çünkü doğayı tanımıyorlar. Elimizde kala kala betonlar, gökyüzüne uzanan neredeyse bulutlara değecek betonların arasında kalan minicik ağaçlar kaldı. Yaşadığımız kente yabancılaştık. Bu nedenle kenti tanımamız gerekiyor. Ne yapmalı?
Fabrikalarda tek düze gerektiren çalışma disiplini insan yaşamını nasıl etkilediği biliniyor. Bunun için mücadele veriliyor. Bugün kent içinde kalan memurlar ve işçiler için de durum farklı olmasa gerek. Sadece işini yapabiliyor. İş dışında da eğlence sektörüne hizmet ediyor. Şimdi bu cümleden sonra yazmak istediğim cümle beni düşündürdü. Şöyle yazacaktım, eğlencenin merkezinde kadın yer aldı.
Kentin bize sunduğu eğlence mekanları sınırlı sayıda kesime hitap ediyor. Birçok mahallede park alanı bile yok, yapılar iç içe. Doğadaki güneşin yerini, duvarları aşıp gelen güzel bir kelime ya da cümle aldı. Bir çocuk ağlaması yağmurun yağışı. Aslında sevimli kılmaya çalıştığımın farkındayım. Evlerimiz, misafirlerimizi ağırlayamayacak kadar küçük kaldı. Çalışma temposu içinde güneşi görebilmemiz mucize. Karanlıkta iş yerine giriliyor, karanlıkta çıkılıyor. Trafik… Düşünüyorum da bunca koşuşturma telaş arasında düşünebilecek zaman oluyor mu? Düşünecek zaman bulunsa neyi düşünürdük? Nerede eğleneceğimizi mi?
Okuyarak değişir mi? Ne değişirdi?
Kullanacağımız mekanları belirlerdik, mimarı biz olurduk. Park olmayan mahalle kalmazdı. Evler güneş görebilecek şekilde… Okullar, pazarlar… Ağaçlar kaldırım üzerinde bile olsa, bize kalırdı. Kaldırımlarda da ağaç neredeyse kalmadı.
İşe mekandan mı başlardık? Belki. Konserler parklarda olurdu, sinema, spor, kütüphane vs. Kütüphane denilince aklıma bin bir emekle yapılan kütüphanelerin kullanılmadıkları aklıma geliyor. Bunu söylüyorum çünkü tanık oldum. Hepsi mi? Hepsi olmasa da hepsi olması gerektiği gibi kullanılmadığını söyleyebilirim. Kütüphanedeki kitaplar okurlarını bekliyor.
Kendimizi değiştirirdik. Ne istemediğimizi biliyoruz ama ne istediğimizi ancak ifade edebildiğimizde söyleyebileceğiz. Ya da şöyle demeli, istemediklerimizin kaldırılması yeterli, o kalkınca istediğimiz ortaya çıkacak zaten. Gerçi yeni kuşağın ne istediğini biliyorum; yaşamak için iş ve güvence. Her yerden korku kültürü pompalanıyor.
Korku kültürüne karşılık, ütopyanın da yer alması gerekmez mi?
Bize biçilen günlük yaşamlar değil, kendi günlük yaşamlarımız olmalı. Bunun için birbirimize, en yakınlarımıza karşı güven, içtenlik, hoşgörü, sevgi göstermemiz gerekir.
Herkes yazmalı bence.
Yazmak zor ama okumak da bir o kadar zor. Neden okur yazar olunmasın ki? Dilin gelişimi için sadece okur olmak yeterli görünmüyor.
Bir ulusu yok etmek için dili yok sayılıyor; değil midir?
Şimdi bu yazıdan sonra ne yazmalı? Belki gidilecek bir yer kalmadı, diye başlarım. Kenti yazarım.
Bir yanıt bırakın