ÇOCUKLARLA KİTAPLARLA YOLCULUKLAR 9 Temmuz 2024 / Pazartesi
Dört hafta sürecek atölyenin ilk dersini bugün tamamladık. Dün akşam sorduğum sorunun yanıtını yani benim yanıtımı bu akşam vermedim. Anladığım kadarıyla bende kalmasını istedim. Çünkü anladığımı sanıyorum. Çocuklar dilediklerini okuyabilirler. Her şeyi olduğu gibi kabul edecekler diye bir şey yok. Zaten kitaptakilerin çok dışında başka şeyler düşünecekleri gerçeğini biliyorsam eğer, ısrar etmemeliyim. Koruma iç güdüsünden kurtulmalı, gereksiz korkularla kendimi üzmemeliyim. Zaten onların adına olduğunu sandığım korkular bile bana ait, bana özel. İleri derecede korkudan dolayı aşırı korumacılık.
Unutamadığım çocuk kitaplarını düşünürken Küçük Kadınlar’ı da düşündüm. Orijinal metni okurken bazı yerlerde durmuş, acaba böyle mi olmalı, diye düşünmüştüm. Sonra da yazara bir nebze hak vermiştim. Öfke kontrolünü eşinin uyarısıyla yapıyordu. Neden kendisi fark etmiyor da, eşinin onu uyarması gerekiyordu? Başkalarının kontrolü ele alması normal değildi bence. Öfkenin kontrol edilmediği yerde şiddet başlıyordu. Çocuklar bu bastıramadıkları öfke sonucu gelişen şiddeti birbirlerine uyguluyorlardı. İlerleyen yaşlarında da herkese… Günümüzde sesini yükseltmek kadar psikolojik şiddetten de söz ediyoruz.
Beni, kardeşimin ölebileceği korkusundan kim çıkarabilirdi? Kim yardım edebilirdi? O çocukluk günlerimi unutamıyorum. Annem babam ölürse bir besleme olacağımı düşünmemin yanlış olduğunu kim söyleyecekti? Ekonomik nedenlerle okuyamayacakların arasında olmadığımı, bir define bulmak zorunda olmadığımı… Erken yaşlarda eşitsizliği, adaletsiz dünyayı, kötülüğü görüyor; iyi bir insan olarak büyümeyi ve daha adil bir dünya için çalışmamız gerektiğini öğreniyorduk. Hayatın anlamı buydu: İyilik, cesaret, umut.
Çeviri kitaplar hayal dünyamızı zenginleştiriyor, bir başka dünyayı gözlerimizin önüne zihnimiz aracılığıyla canlandırıyordu. Bilmediğimiz, daha önce duymadığımız şeylerden bahsediliyordu. Hayvanlarla konuştuğumuz ama şimdi hatırlayamadığımız çok küçük olduğumuz dönemlerimiz; yere çizilmiş bir resmin üzerine geldiğimizde bizi bir başka dünyanın içine alması; gülmemiz halinde gülme gazıyla havalanabileceğimiz… Büyük yazarlar her şeyi görüyor ve anlıyor olmalıydı. Onlara tapıyordum. Her şeyi bildikleri için de inanıyor, kendime dersler çıkarıyordum. Zaten birçok kitap ders veriyor, parmak sallıyordu. Masum kitapları da böyle okuyor olmalıydık. Hâlâ çocukların bizim çocukluğumuzda olduğumuz gibi saf ve masum olduklarına inanılıyor. Hiç de öyle değiller. Teknolojik aletleri benden daha iyi kullandıkları için kendilerini yetişkin olarak benden ileri olduklarını düşünmediklerine nasıl inanabilirim. Buna inanmıyorsam, bugün saf olanın ben olduğumu düşünürüm.
Ömer Seyfettin’in Diyet öyküsüyle, Refik Halit Karay’ın Eskici öyküsünü okuduk. Klasik hikâyeler. Göstererek anlatıyor, sezdiriyor. Kendimi onların yerine koymadan düşündüm. Yani ben o olsaydım nasıl olurdu, ne düşünürdüm, diye sormadım kendime. Biraz geç kalmış olsam da… Kendimi başkalarının yerinde hissetmelerim biraz azaldı. Çocuklara bence bu öğretilmeli. “Sen olsaydın?” diye bir soru sorulmamalı. “Hangi karakter olmak isterdin?” bu da değil. Ne sorulmalı peki? Kötü insanlarla birlikte, kendini koruyarak nasıl yaşayabilirdi? Dünyanın adil olmadığını anlatan öyküler… İllaki bir çatışma olmalı olay örgüsü için. Çatışmaya neden olan, sadece bize baskı yapan dışarıdaki kötüler mi? Derslerden kötü not almak da kötü değil mi, çatışma değil mi? Neden günlük yazmakta ısrar ettiğimi sanırım yavaş yavaş anlıyorum. Sınıfta dolaba döndüğüm bir sırada, kucağıma düşen kocaman örümcekten korkup çığlık attığımda… Arkama döndüğümde yaramaz öğrencimi gülerken görmek… Kızmıştım ama göstermedim, güldüm onunla birlikte. Bu güzel bir çocuk öyküsü olabilir. Korkan, her şeyden korkan ben için tam bana göre. Yaramaz bir başka öğrencimin bana oynadığı oyun… Kolunu bir tülbentle sarıp, yanıma gelip kolunu abisinin kırdığını, onu kapıya fırlattığını söyleyerek ağlaması… İnandım. Annesini arayacaktım. Aramayın, kızar, dedi. Doktora gitmelisin, dedim. Telefonu aldım, daha çok ağlıyordu. Yalan söyledim öğretmenim. Ne yapmalıydım? Sakin bir şekilde, öğretilmiş öfkemi bastırıp, bir daha yalan söyleme olur mu? Benim yaramazlık dediğim bunlar. Kendilerine ve başkalarına fiziksel zarar vermeyen ama sonucu düşünülmemiş davranışlar. Aslında bu öğretmenin, çocuklar tarafından sınanması. Bir ara bu anılarımı tazelemek için çocukların yazdığı kitapları ve benim yazdığım Öğretmenin Günlükleri ve Yaratıcı Yazma Çalışmaları kitabımı okumam gerek. Bunu yapacak zamanım yok gerçi. Çocuklar için yazılan günümüz edebiyatından iyi kitapları okumak da değil istediğim. Okumak istemeyen, okumayı sevmeyen çocukları düşünüyorum. Aslında en çok Zeytin Büyücüsü’nü düşünüyorum. Aklıma yazabileceğim birçok çocuk hikâyeleri geliyor. Onları da yazmayacağım. Aslında bugün yazılan en güzel eserler, bugünün çocuklarına evlerinde, okullarında, gezilerinde yaşadıkları sıra dışı olaylarla kurgulayanlar. Fantastik, distopik dünyaların dışında, mavi gezegenimizde bir başka ülkenin olduğuna inanmaya ihtiyacım var. Bu çocuk hikâyesinden başka ne olabilir ki? Yeni hikâyeler… Yeni günlükler…
Bir yanıt bırakın