YENİDEN GÜNLÜKLER -10-

YENİDEN GÜNLÜKLER -10-

8 Ağustos 2019

“Sizde akrabalık var mı?” diye sordu masadan boş bardakları alırken Onur. Gülümsedim. “Yok.” dedim. O gitti. Gülümsedim. “Birbirimize benziyoruz sanırım.” dedim.  Aslında akrabalığımız yazın dünyasındandı. Tanışıklığımız da öyle olmadı mı zaten. Yazarken, yazarken…

Saçlarını kestirmeyi düşünüyor. Ben uzun saçların başının üzerinde toplanmasından yanayım. Kendim için düşünüyorum ama bu kısacık haliyle uzamalarını beklemek saçmalık. Sırf bu yüzden gidip kestireceğim. “Kestirme, sana yakışıyor.” dedi. Kestireceğim. İki ay daha düşündükten sonra yani.

Bütün masalardaki çay bardaklarını topladı Onur. Çay bahçesi kapanacak. Ama biz kapansa da oturmaya devam edeceğiz. Parkın güzelliği bu. Dilediğin kadar oturabilirsin, sabahlayabilirsin. Bu yaz mevsiminde üfür üfür esiyor. Şallarımız sırtımızda. Sarılmışız. Masada telefonlarımız, kitaplarımız, defter ve kalemlerimiz. Gözlükler…

Bugün parkta buluştuk. Dört kişiydik. Uzun aradan sonra dördümüz bir araya gelmiştik. Bizi bir araya getiren edebiyattı. Bugün de edebiyattan hayattan konuştuk. Film önerileri bana göre değildi. Gerilim filmleri izleyemiyorum. Şiddet, cinayet… Onlar filmlerden konuşurlarken izlediğim filmlerin nasıl da pamuk şekeri gibi dağıldığını düşünüyordum. Aklımda kalanlar ne oldu? Yandı bitti kül oldu.

İlk ben geldim, oturdum çay bahçesinde. Gelen yok. Çantada kitap yok. Defter var kalem var ama yazma isteğim hiç yok. Masalardaki konuşmalara kulak misafiri oldum. Kalktım bir başka masaya oturdum. Bazen duymak istemediğimiz, kendimizden bile sakladığımız şeyleri, başkasından da olsa duymak istemiyoruz. Herkeste bir başka şey, duymak istemediği. Bazen okuduklarımız bile dokunur da okuma son bulur. Biter. Öyle sanır aldatırız. İnsan kendini aldatır mı, aldatır valla.

Benden sonra o geldi. Gazete almıştı. Uzun zamandır gazete dergi almıyorum. Kitaplardan vakit kalmıyor. İnternet onların yerini doldurmak üzere. Gazetenin kitap ekini aldım, sayfalarını çevirdim hızlı hızlı. Eski si gibi değil, olmayacak da elbette. Yeni isimler, yeni bakışlar… Yazarlarımı kaybediyorum yavaş yavaş.

Sonra diğer iki arkadaşımız geldi. Pazara uğramışlar. Siyah üzüm ve beyaz kiraz almışlar. Kaç lira? Pazar nasıldı? Fiyatlar?..

Onlar filmler üzerine konuşmaya başladılar. Ben de sıranın kitaplara gelmesini bekliyorum. Onlara hangi kitaptan söz etsem? Of ya son günlerde elime kitap almadım. Unutamadığım baş ucu kitaplarım yazarlarım kimler, bunu düşündüm. Dört kişiydik. İki kişi kalktı. Kaldık iki kişi. Onun bana aldığı kitabı açtık. Bir bölümün baş sayfalarını okuduk ve üzerinde konuştuk. Son zamanlar da benim de düşündüğüm konuydu bu bölüm. Sesimiz. Kimin sesiyle konuşuyorduk? Kimden öğrenmiştik. Onunla konuşurken kendi sesimi kullandığımı biliyorum. Biraz şive de oluyor. İstanbul Türkçesi değil bu ses bu dil. Oyun oynarken konuşan, ders verirken konuşan, telefonda konuşurken konuşan ben değil buradaki. Buradaki ben hiç kimse.

“Hiçbir şey olamadım.” dedim. Bana dik dik baktı. “Sadece öğretmendim.” dedim. Bakışları sorguluyordu. Anımsadım. “Tamam doktorum yani doktordum, doktoramı yapmıştım.” dedim.  Ezip geçiyorum kendimi. Bu ben ki yaşamımda başarılı olmak için öğretilenlerdi. Doktor kimliği. Öğretmen kimliği. Yazar kimliği. Yok hiçbirini giyinemedim. Oyun oynadım. Yoruldum oynamaktan sustum. Yorgun bitap. Kendime geldim oyuna devam. Sınıfta oynadım, yazarak oynadım. Oh be! Artık özgürüm.

Kendi sesiyle konuşmak gerçekten çok önemliydi. Bu seste gizli olan kültürümüzdü. Sesimizle birlikte kültürümüzü de kaybediyorduk. İstanbullu olamamak ve hiç olamayacağını bilememek. Kıyısında yaşamak kentin. Hayatın kıyısında yaşamak. Kıyılarda. Belki de bu yüzden seviyorum kıyıları. Dalgaların sesi sesim oluyor. Kimi zaman yumuşak, kimi zaman asi, kimi zaman öfkeli. Daha neler neler söylüyor dalgalar. Bir martı oluyor, bir karabatak yanımıza uğrayıp dokunmadan gelip giden. Götüren. Özlem.

Sesimiz kimliğimiz. Telefonda konuşurken sesim değişir benim. Oynarım ya sesimle, bu yüzden ilk girdiğim ortamda hangi sesimi kullanacağımı bilemem. Ses anlatmak istediğin şeylerle uyum gösterir. Ne anlatayım diye düşünürüm. Kimliklerim bile aklıma gelir. Burada doktor olarak varım ve benden bekledikleri gibi davranmalıyım ki etkili olabilmeli, hayal kırıklığı yaratmamalıyım. Öğretmenim ya… Yazarım ya… Kadınım ya… İstanbul’da yaşıyorum ya… Başka birçok ya ya ya ekleniyor zincir gibi birbirlerine.

Bilgin Adalı’yı andık. “Yazın canlarım, yazın!” derdi. Onu erken kaybettik.

Sabahattin Ali’nin öyküleri üzerine konuşmak istedik ama ben unuttum elbette. Yeniden okumam gerekiyor. Gerçi Kürk Mantolu Madonna’yı hatırlıyorum çünkü bir iki yıl önce tekrar okumuştum. Fakat öykülerini hatırlamıyorum. Yeni okuduğum kitapları anımsıyorum ama o bunları anımsamıyor.

Orhan Kemal’in ‘İstanbul’dan Çizgiler’ kitabını iyi ki okumuşum dedim mesela. Aziz Nesin’in ‘İstanbul’un Halleri’ kitabını da eş zamanlı okudum. İki kitap da bir dönemi çok güzel anlatıyordu. Kent kıyısında kalan hayatlar. Hayatın kıyısında kalan insanlar.

Çelik Gülersoy’u andım. İstanbullu olmak nasıl bir şey düşündüm yüksek sesle. Ben ki İstanbullu değilim. Geldiğim yer küçük bir Batı kasabasıydı bir zamanlar. Geldiğim yerden de değildim. Hiç görmediğim bir yerde doğmuştum. Bir göl kıyısındaymış evimiz. Küçük bir göl. Pembe boyalı bir ev. Küçük. Bahçesinde elma ağaçları varmış. Onlar da küçük.

Konuşurken anladım ki insan en iyi yaşadığı hayatı bile yazamayabilirmiş. Oturduğumuz masanın gerisine baktım. Çocuklardan biri topunu önümüzdeki çiçeklerin arasına kaçırdı. O çocuğu anlatabilir miyim? Anlattığım çocuk, o çocuk olur mu? Topunu aldı uzaklaştı.

Neler yazmıştım ben oysa. Kadın erkek kahramanlar. Çocuk kahramanlar. Hayvan kahramanlar… Düş ile gerçek iç içe. İşte benim dünyam. Oyunlar. Yazılar. Öyküler. Roman ve yarım kalan romanlar. Notlar. Alıntılar.

Kadın öykücülerimizi anmak istedik. Birini unutsam üzülürüm. Yazmayacağım. Tomris Uyar’ın bütün kitaplarını okumak istiyorum. Zaman ayırabilsem. Arkadaşımın romanı var; yazarak okumak istediğim bir kitap.

Geldik yine edebiyatın kıyılarına. Başka dünyalar var. Benim gerçekliğimin ışığında. Zihnimin bana oyunu. Bir varmış bir yokmuş. Gerçek. Artık Freud eşliğinde aydınlanma çağını geride bırakmış olmalıyız. Geçmiş. Değişebiliriz.

Saat geç olmuştu. Kalktık. Parktan ayrıldık.

Eve gelir gelmez kütüphaneye girdim. Elimle koymuş gibi buldum Sabahattin Ali’nin kitaplarını. Salona geçtim.

Yazdım. Yazdım.

Bugün de kahretsin güzeldi. Güzeldi.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*