MEKTUPLAR -41-
1 Şubat 2019
Sevgili Lili,
Bugün erken kalktım. Sonra…
Telefonum öğleden sonra yeter dedi de şarjını tüketti. Geç saatlere kadar da açılmamakta direndi. Yerini arkadaşlarıma bıraktı. Çok mu konuştum ne, yazmaya gücüm kalmadı gece. Çünkü şarja geç bir saatte taktım da kaldığım yerden devam ettik.
Sana yakında yanımdan hiç ayırmayacağım yeni bir bilgisayarımdan yazacağım. Öyle ya da böyle bir yazar için en büyük armağan. Bir kitap bir de yazmak için kalem. Günümüzde kalemin yerini aldı bilgisayarlar, pahalı kalem ama ne yapalım artık böyle olacak. Kitaplarıma küçük bir kız çocuğunu ortak yaptım. Artık iki kitap kurdu olarak seslendireceğiz yapraklarını. Resimleri bayram şenliği yapacak gözlerimizde.
Günü planlasak böyle olmazdı. Bu kadar güzel. Arayan arkadaşlarıma gel, dedim. Meğer sevilirmişim de geliverdiler, bir araya geldik. Sürpriz, dedim, bugün doğum günü. Kimin? Benim elbette. Masamıza kimler katılmadı ki, Fosforlu Cevriye yine baş köşemizde. Her konuşmada yeni bir yönünü keşfediyoruz. Bugünün sonunda Fosforlu’nun aşık olduğu adamın kim olduğunu da öğrendim ya kafam karıştı. Bu romanlardaki hayatlar gerçekte var mıydı? Masum görünen aşk hikâyeleri ne çok şey barındırır, siyasi ortamı yansıtırmış, daha önce düşünmemiştim. Bunun nedeni sıradan hayatlarımıza dışarıdan bakamamaktan kaynaklanırmış. Mikro yaşamları makro yaşamlara yaklaştırmayışımız. Ne demiş yazar, “Faşizm iki insan arasındaki ilişkide başlar.” İngeborg Bachmann. Malina’yı tekrar okumak gerek.
Murtaza’yı düşündüm. Onu ille de 1950’li yıllarımızla anlamaya çalışıyordum. Meğerse o da Türkçe ile kurulan bir başka dünyaymış. Gerçek olmayan bir ortam, siyasi ortam. Yorumlamak isteyene bugüne de uyar. Murtaza ile ilgili yazamayacağımı, dönemi bilmediğimi söylemiştim. Evet dönemi bilmiyorum ama bildiğim bir şey var, okuduğum sayfalarda yaratılan dünyanın gerçekleri. Ne yazarı, ne de yaşanılan dönemi bu anlamda önemli değilmiş, dışarıda da kalabilirmiş. Romanlar ve hikâyeler herkes için yazılırmış.
Kendimizi de yatırdık önümüzdeki masaya. Hikâyelerimiz sanki bir sayfaya acemice karalanmış da biz de okuyormuşuz gibi. Bir ada hayali kuruldu. Adanın bir köşesine bir karavan koyduk, tekerlekleri olan. Gidecekmiş gibi, her an gidermiş gibi konumlanan. Birlikte yıldızlı geceleri seyrettik. Denizin sesini dinledik. Bağ bozumunda üzümlerimizi topladık, şarap yaptık. Şunun şurasında ne kaldı bahara. Baharın ardı yaz.
Bugün her şeye evet, dedim. Saat yirmi dörtten sonra da bütün evetlerime hayır dedim. Benim ada kitapların ortasında. Misafir gelin dedim. Ağırlayayım. Ara Güler’in fotoğraflarından bir sergi; sofrada şarap, keşkek; arka fonda klasik müzik. Evde soluk alıp veren yuka var, kedi var, bir de ben varım. Pencereden görünen ağaçlar, melodili şarkılar şakıyan kuşlar; üstünde mavi gök ve martılar. “İkimiz birden sevinebiliriz, göğe bakalım.” Turgut Uyar.
İnsanın ne istediğini bilmesi için yılların geçmesi gerekiyormuş. At, bunu istemiyorum. At! Atla onu da! Geçiniz!.. Aralarında görünür mavi bir gök. Görebilmek için atılacak daha çok şey var. At! Fazla olanları at! Perdeyi de atınca, işte sana gök. Aç pencereyi. At sözlükte yeri de olsa bazı kelimeleri! Gerçi onları atalı çok oldu. Sevgi kelimesini de at! Bana o kelimeyi kullanmadan anlat. Belki de içi boşaltılan bu kelimenin yerine bir başka kelime bulmamız gerekiyordur. Yeni kelimeler ve anlamlarının yeni açıklamaları.
Bugün bir başkaydı. Aslında bu hafta bir başkaydı. Ev beni ben evi özledim. Yuka, kedi. Bunlar yetmezmiş gibi koltuğum ve kitaplar. Lili ben gece uyuyamamak istiyorum. Ama öyle insanlar yüzünden değil. Kitaplar yüzünden uyuyamamak. Don Kişot’u kütüphanede aramak, bulamamak, uyuyamamak, sonra bulmak ve sayfayı okuyunca çözüp uyumak. Cervantes, romanının 32. bölümünde Kılıç Ali Paşa’ya saygılarını iletmiş ve iyiliğinin karşılığını ödemiş. Okudum ve yattım gece. Ama insanlar öyle değil. İnsanları çözmek…Bir gece oturup sabaha karşı çözülecek gibi değil. Rakı sofraları da artık çözmüyor insanın dilini.
İki gündür anlamadığım bir şey var. Bir kadının en büyük düşmanı kimdir? Şimdi de bu sorunun peşine takıldım. Sana yazdıklarımın kadın sorunları, bizim sorunlarımız olmasını hep hayal ettim. Bunları yazacağım zamanı bekledim. Daha da bekleyeceğim gibi.
Bak şimdi Ara Güler’in bir fotoğrafına baktım. Ortaköy sahilinde iplere kurumaları için asılmış yünler. Bir de deniz. Bir de gemi. Şu döşek olmasa, döşek yorgan, çekip giderdim gibi. Döşek yorgan olacak, serilecek, yataklar kurulacak, çoluk çocuk uyutulacak masallarla. Artık geç olacak.
İstanbul sevdası bir başka sevdadır, hiçbir sevdaya benzemez. Uyuşturur insanı; kör eder denizi, vapuru, martıları, simidi çayı. İş telaşı, ekmek parası. Her şey ateş pahası. Düşler aslında bir masal. Çözülmeyi bekleyen. Bu masal kendimize ait olduğu için yalnız kendimiz çözebiliriz Lili.
Bir gün gelirsin, mektubumu veririm sana. Belki sen de yazarsın.
Bir yanıt bırakın