GÜNLÜKLER -75-
24 Kasım 2018
Aşk acısı zamanla geçer diyorlar. Evet zaman geçiyor da… Zamanla öğrendiklerimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz bizi değiştirdiği içindir ki geçiyor işte.
Birisini unutmadan bir başkasını tanıyamazsınız ya öyle işte. Fosforlu Cevriye tüm hikâye gerçekliliğiyle usumdan çıkmıyor. Bildiklerinden fazlasını söylemeyen bir kadın. Seyircisi olduğu diğer hayatlar hakkında neler düşünüyor satır aralarında yer alıyor. Ama onları da olduğu gibi kabul ediyor.
Suat Derviş’i düşünüyorum. Hayatını öğrenmek istemiyorum. Çünkü biliyorum ki yazmak başka yaşamak başka. Onun hayatını anlatan sadece kendisi olmalıydı. Başka düşüncelerin izlerini taşımamalıydı. Zaten bu nedenle onun hakkında yazılanları okumak istemiyorum. Bir kadın olarak var olma mücadelesi veriyor. Bu benim için önemli olan. Bunun bedelleri elbette ağır olacaktır, bunu biliyorum, kadınlar biliyor. Zaten erkekler de biliyor erk insana neler yapabilir; herkes biliyor. Bir kasım öğlesi, güvenli sıcak evden, konforlu salondan, çiçekler, kedi ve… Böyle yazılır mı bilmem. Ama bilmek istediğim bir şey var ki, o da mücadele içindeyken nasıl yazıldığı. İnsan kendinden uzaklaştıkça herkese yakınlaşıyor mu?
İyi insan.
Bütün romanlar, bütün şarkılar aşkı anlatıyor. Yeşil Çam filmlerinin alıştığım mutlu sonlarına karşı geliyor Fosforlu Cevriye. Ya isimsiz erkek? Bütün kimliklerinden sıyrılmış, adı bile geçmeyen kahraman, nasıl da sevmiş meğer. İki aşık da sonunda kayboluyor. Aşkta mutlu sonları sevmiyor bu dünya, ataerkil düzen. Başka dünyalara da giremiyor ki, bilinmeyen bir dünyaya kapılarını açıyor, içeriye adım atılıyor… Gördüklerinin senin dilinle ifade bulması olanaksız. Sessiz bir film bu.
*
Suat Derviş’in yeni karakterlerini okumayı merakla bekliyorum. Zamanın gelmesi için.
Fosforlu Cevriye’nin şöyle karşıma geçip, “Hadi” demesi gerekiyor. “Ama nasıl da öldüm.” Bileklerindeki kelepçeleri gösteriyor. “Öldüremediler.”
Masaya yaklaşıyor, kitaplara bakıyor. “Anılar, Paramparça’ kitabını alıyor. Fotoğraflara bakıyor.
Kedi kucağına atlıyor. Koltuğa oturuyor, kediyi seviyor, gülümsüyor. “İçecek bir şeyin yok mu?” Olmadığını söyleyemem. Sustuğumu görünce “Kahve… Fala da bakarsan… O ne yaptı, merak ettiğimi sen de biliyorsun.”
Ben de merak ettiğimi söylesem de, inandıramıyorum. “Benden gizliyorsun.”
O da gelse ne film olur ama. İyi bir insan olduğu için mi, herkesten saklanmak zorunda kalıyor? Benden de, ondan da…
Bildiklerimiz yeterli gelmiyor, kalkıyor kahve yapmak için… Falına bakacağım. Fincanın içinde akan şekiller bize ne hayaller kurduracak, göreceğiz bakalım.
Mutfağa geçiyorum, iki kişilik kahveyi ocağa koyuyorum. Kapı çalıyor. Geleni karşılıyorum.
“Bak seni kiminle tanıştıracağım.”
“Kim?”
Salona geçiyoruz.
“Kimse yok.”
Kedi koltukta uzanıyor.
“…”
“Bu çalan şarkı ne?”
Çalan Fosforlu Cevriye şarkısı.
“Bak sana ne getirdim” diyor.
Poşeti uzatıyor. Açıyorum. Rakı.
Gelenle birlikte kahvemi içiyorum. Fal bakmayacağım.
Bu dünyayı şimdiki İstanbul’u tanısa, kendi dünyasıyla karşılaştırır mı? Ne değişti o yıllardan sonra? İstanbul’da, romanlarda…
Yazarını merak eder mi, Fosforlu Cevriye? Ben merak ediyorum, yazdıklarını ve onu.
*
Bir başkasını dinlerken insan kendi hayatından da bir şeyler anımsamaz mı arada? Ya kadınlar?.. Kadınların anımsadıklarını biliyorum. Anlattıkları da oluyor, anlatılan hikâyeyi bölüp. Ya kitaplar okunurken de anımsanır mı? Anlatmak ister mi insan, kendi hikâyesini? Çok mu uzak sanki bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan kötü devden.
Bir yanıt bırakın