GÜNLÜKLER -109-

GÜNLÜKLER -109-

8 Şubat 2018

Uzun zaman oldu günlüğüme bir şeyler yazmayalı. En azından notlar almalıydım. Almadım. Yalnızca şunu yazmışım. “Kelebeklerin ölümü de sessiz olur, kendileri gibi.”

Baktığım bir kelebek resmi bana bunu yazdırdı. Bir öykü de olabilirdi, olmadı. Kadınlara soruyorum. “Bir kadının en büyük düşmanı kimdir?”

“Ailesinden, akrabalarından biri olabilir. Ama benim ailem öyle değil.”

“Kadındır.”

“Kadındır.”

“Kadın ya da erkek. Sonuçta sistemden kaynaklanır.”

Genç adama da sordum.

“Kendisidir.” yanıtını verdi.

*

Bize ne yapılırsa düşmanlık olarak algılarız?

Belki bunu da sormak gerekiyor.

Aileden, akrabadan, kadınlardan, erkeklerden bir düşman yaratan kimdir? Sistem kimdir? Kimlerden oluşur?

Son yanıta da bir soru bulmalıyım. Bir kadın kendisine nasıl düşman olabilir? Ne yaparsa düşmanı olur kendisinin?

*

Oyun oynamayı çok sevmediğimi düşünüyorum. En azından satranç oynamak bana hiç zevk vermediği gibi bunaltıyor. Hayatın da bir satranç oyunu olduğunu ve iyi bir oyuncu olmak gerektiğini düşündüğüm için bir sonraki hamlemi düşünüp taşınıp sırası gelmesini beklemek düşüncesi bile ürpertici.

Oyun oynamayı çok seviyorum ama çocuklarla oynamayı seviyorum; öğretici oyunlar. Yaratıcılığı geliştirici oyunlar ya da eğlencelik olanlar. Saklambaç nasıl sevilmez? Yakartop?.. Bilyeler, seksek, elim sende, körebe…

Evcilik oyununu çocukların tek başına oynamalarını sevmiyorum. Eğitici olması için bilinçli büyüklerinin de aralarında olmaları gerekir. Masalların oyunlarla değiştirilmesi gibi. Evcilik,  masal değil de nedir ki? Gelin, damat, kaynana oyunlarını da sevmiyorum. Şehirli kadın ile köylü kadın oyununu hâlâ oynayan çocuklar var. Herkes gülüyor. Güldükleri yaşanılanlar değil, çocukların beceriksiz oyunlarını komik bulmak. Çocukların sahnede oyun sonunda yerlere kadar eğilip ‘ağaç yaşken eğilir’ dediklerini düşünebiliyor musunuz? Ne acı verici bir tablo. Çocuklar eğilmesin istiyorum. Eğilen büyükler olmalı. Sadece çocukların önünde ama.

*

Her Kadıköy’e indiğimde günlüğüme mutlaka yazıyorum. Bir arkadaşım gelmiş ve Kadıköy’e uğramış. Sen nerede oturuyorsun, diye sordu. Kadıköy. Peki neden iniyorum diyorsun? Sahile indiğim için. Sahile gitmek.

*

Uzun zamandır okuduklarım hakkında da yazmıyorum. Ne yazabilirim ki artık? Fark ettiğim yerleri not alabilirim. Fosforlu… Evet yine Fosforlu Cevriye çünkü aşık olduktan sonra bileklerine yaptırdığı dövme zincirler esaretin simgesi olduğuna kanaat getirdim.

Orhan Veli’nin şiirlerini okudum. Genç adamın şiirle ilgili sorulara yanıt veremediğim için… Aslında yanıt verdim ama çok önceleri de aynı şeyi söylüyordum. Başka şeyler de söyleyebilmek için şiirler, şiirler üzerine yazılar, eleştiriler okumaya başladım. Ece Ayhan’dan İkinci Yeni’den başlamak anlamak için yeterli gelmemişti. Bu nedenle Orhan Veli’den başladım. Şiirleri üzerine Asım Bezirci’nin ve Mehmet Fuat’ın kitaplarını bu gece nihayet bitirdim. Eleştiri yazılarının nasıl yazıldığını da inceleme fırsatım oldu. Şimdi kimler eleştiri yazıları yazıyor bilmiyorum. Uzun zamandır dergileri izlemiyorum. Fakat Semih Gümüş’ün kitaplarını yeniden okumam gerektiğine inanıyorum. Eleştiri yazıları mı yazmak istiyorum? Yok istemiyorum. Sadece yazdıklarımı nasıl eleştireceğimi öğrenmek istiyorum.

Öyküde tekerlekli sandalyedeki delikanlının pencerenin önüne gidip dışarıya bakması çok önemli. Eğer yere bakarsa, yani sokağa bakarsa,  farklı bir anlam olacaktır. Eğer gökyüzüne bakarsa anlam farklı olacaktır. Hatta anlamları çoğaltan baktığında gördükleri olacaktır. Öykü değil mi sonuçta ve yaratıcısı da yazar değil mi? Nasıl eğersen başını, eğdiğin gibi eğri uzar gider. Ne yapsan nafile, iş işten geçmiştir, dik durmasını sağlayamazsın.

*

Kendi işinin olması, çalışanı da patronu da kendin olmak güzelmiş. Emeğinin sonucunu umarım bir romanla taçlanmış bulurum. Bu aralar ise öykü yazıyorum. Yazmak her zaman var olacak. Okudukça yazmak istiyor insan.

*

Öğrendiklerim. Kadıköy güzel. Kalabalık güzel. Vapurlar, martılar, dalgalar… Balık tutan insanlar. Oltada sallanan balıklar.

İnsan her yerde aynı. Öyleyse bizi birbirimizden ayıran nedir? Soruyu sevdim. Bunu da sormalı. Kara gözümüz, kara kaşımız… Çocuklar böyle açıklar birbirlerinden farklılıklarını. Yoksa hiç büyümedik mi? Kadın erkek diye ayırmak da öyle. Güçlü kuvvetli olmak birbirinin farklı olmasına neden olamaz.

Bugün okuduğum bir kitapta bir bölüm vardı. Birkaç cümlelik yaşanmış bir olay. Yıkılan tarihi binanın enkazı arasında yaşlı bir adam bir şeyler aramaktadır. Ne aradığını sorar biri. Yanıt. Burada insanlar para yiyorlarmış, belki aralarına düşmüştür diye bakıyorum. Yer Taksim. Yıl 1900’lü yıllar.

Yine bir not. Mehmet Fuat, Orhan Veli’nin şiirlerinin baskısında yapılan hataları açıklıyor, uyarıyor yazılarında. Hem de yıllarca ve bakıyor ki bir şey değişmemiş. YKY baskısında sorun çözülmüş. Şiirleri herkes ezberleyebilir ki benim ezberim olmadığım halde dizeleri zaman zaman dilime düşüyor, mırıldanıyorum içimden.

Sen oku oku sonra da iki paragraflık yazı yaz. Oldu mu şimdi ya? Oldu mu?

Olsun.

Benim işim kitaplarla. İşim sokaktaki insanlarla. Ne güzel be. Gün gelir şiir de yazarsın sen. Zamanı beklemek mi? Ne münasebet. Zamanı beklemek değil, zamanla birlikte akmak bu yol üzerinde. Elbet bir kapı açarsın. İçeri uzatırsın başını, çıkar kapatırsın sessizce kapıyı, kimseler görmeden. Bir başka kapıya yürürsün… Kapı kapılar rengarenk çiçekler.

Bugün de bitti.

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*