AŞK ROMANLARI OKUYAN KADIN 4.BÖLÜM

 

Hocaya bunun dışında hiç gitmedim desem yalan olur. Ayaklarımın yere basmadığı, ruh gibi dolaştığım dönemlerde, doktorların hiçbir sağlık problemi bulamadıkları zamanlarda hocalara götürüldüm. Dualar ettiler. Okuyacağım duaları söylediler. Sirkeli sular, okunmuş sular… Nazar değmiş, dediler. Evde kurşun dökmeler… İnsan zor zamanlarında bir şeylere inanmak istiyor. Ben de zaman zaman inandım.

“Sade kahveniz…” diyerek masaya bıraktı fincanı.

Teşekkür ettim. Bir yudum aldım.

Bir gün il dışından ünlü bir falcının çağırıldığını söyledi bir başka arkadaşım. Kahve falı bakıyormuş. On kişiden az olmamalılarmış. Falcı, on kişiden az olursa gelmiyormuş. Benim de gelmemi istedi. Ben onuncu kişi olacakmışım. Kabul ettim. Bir kafede toplandık. Herkes sohbet ediyor, sıranın gelmesini beklerken falcının ne kadar ünlü olduğunu konuşuyordu. Falcı, ünlülerin fallarına bakıyormuş. Geçmişimle ilgili bir şeyler bilmelerini istemiyorum, onları ben de biliyorum. Ben gelecekle ilgili haberler almak istiyorum. Ressam olacak mıyım? Sergilerim olacak mı? Ya romanım? Romanımı yazabilecek miyim?

Falcı, benimle ilgili hiçbir şey söylemedi. Ne resim yaptığımı bildi ne de roman yazma düşümü gördü. Özel bir şirkette çalıştığımı da bilemedi. Ev hanımı olduğumu düşünüyordu sanırım. “Çık evden, iş ara kendine.” dedi.  “Neler yapabileceğini bir bilsen, aklın hayalin almaz.” Ona soru sormamı istedi. Sorum yok. Neden burada olduğumu sormasından çok korktum. Burada olmamın nedeni arkadaşımdı. On kişiyi tamamlamaları için buradaydım. Söylediklerini ciddiye almadım. Çünkü işyerinde çok çalıştığım bir dönemdi ve gerçekten de şimdi geçmişe baktığımda yaptıklarımı aklım hayalim almıyor. Çocuklar, iş, eş, akrabalar… Resim atölyeleri koşuşturma aralarına sıkıştırılmış, biraz nefes almak için yapılan bir hobi…

Herkes falına baktırdıktan sonra, birbirimizden dinledik fallarımızı. Nedense benim dışımda herkesin geçmişini bilmişti. Ben kendi düşlerimi kuruyorum. Fallarımda çıkmayan düşler… Bir gün resim sergisi açacağım. Bunu istiyorum. Geç de olsa düşlediğim gibi resim sergisi açabildim. İlk düşüm gerçek oldu. İkinci sergi düşümün gerçekleşmesine birkaç ay kaldı. Diğerlerini hâlâ düşlüyorum.

Ben de fal bakabiliyorum. Fincandaki kelebekleri, perileri, sihirli değnekleri anlatıyorum. Kediler, köpekler, kuşlar ve olmazsa olmaz balıklar…

Şimdi fal bakmamı isteseler, onlara, bana dört soru sormalarını isterim. Soruya da gerek yok aslında, sadece dört kelime versinler yeter. Ben de onlara, dört kelimeyle kurgulanmış hikâyelerini anlatabilirim.

Kahvem bitti. Garson geldi, fincana uzandı “Fal baktırmak istiyor musunuz?” diye sordu.

Fal baktırmadım. Hesabı ödeyip kalktım.

Pastaneye yaklaşmıştım. Alacağım pastayı düşünüyorum. Çikolatalı mı, yoksa meyveli mi olsun? Meyveli daha hafif oluyor. Üzerine de dört mum koymalı. Dört mum, dört dilek… Dört kelime de yeter. Düşünce gücüyle her şey gerçek olabilir. Bu doğru değil. Artık düşünce gücüne inanmıyorum. En azından benim böyle bir gücüm yok. İyi ki de yok. Geçen akşam böyle bir yeteneğimin olmadığını fark ettim ve bunun için şükrettim. Onun söylediği gibi düşündüklerim gerçek olmuyormuş. Ne telepati kurabiliyorum ne de onun yanındayken olumsuz şeyleri üzerimize çekiyorum. Bana istediğim zaman bir telefon açmasını bile sağlayamadım. Sonunda onu arayan ben olurdum.  Kendi korkularının ve başarısızlıklarının hesabını benim düşünce gücüme keserdi. Ne çok ağlardım. Çocuklarımı düşerler korkusu yüzünden parka götürmezdim. Düşünceler her şeyi yapıyorsa korkuları da geçek yapacağına inanırdım. Şimdi bakıyorum da ne çok korkmuşum. Korkularım arasında benimle ilgili olan korkular, benim bana yaptıklarım gerçek olmuş. Şimdi gerçekleri görüyorum. Benim için düşünülmüş ince ince örülmüş bir hayat… Kendi falıma bakacak olsam, dört kelime söylemem yeterli: Aşk, sevgi, öfke ve şiddet. Aşk ve sevgi başkalarında olduğunu düşündüğüm ve bende de olmasını istediğim birbirine bağlı iki şey. Kimse bana kendinde olduğunu söylemedi ama bir yerlerde vardır, dediler. Çevremdeki arkadaşlarımda yok. Onların tanıdıklarında yok. Kimsenin ulaşamadığını düşünüyorum. Benim için öfke ve şiddet, kendime karşı hissettiğim duygu ve kendime yaptıklarım. Aynanın karşısına geçip aynada gördüğüm ağlayan kadına “Senden nefret ediyorum!” diyerek kaç yumruk attım hatırlamıyorum. “Senden nefret ediyorum!” “Aptal!” Bir süre sonra o kadını aynada paramparça bırakıp aşk ve sevgi aradığım yuvama dönerdim.

Pastaneye giriyorum.

“Hoş geldiniz! Nasıl yardımcı olabilirim?” diyor delikanlı.

“Pasta almak istiyorum.”

Pastayı alıp hemen çıkmalıyım. Kokular bana birçok anımı canlandırdı. İlk gençlik yıllarında yaptığım, başarısızlıkla sonuçlanan bademli kurabiye, gidecek yerimiz olmadığından pastane köşelerinde aylarca yeni âşıklar gibi oturduğumuz yıllar, çocuklarımın doğum günleri, sabahları işe giderken aldığım poğaçalar, börekler…

“Meyveli mi yoksa çikolatalı mı istersiniz?”

“Meyveli…”

Hayır, meyveli olmamalı. Meyveli pastayı sadece ben seviyorum. Diğerleri çikolatalı sever. Sonunda alacağım pastaya karar veriyorum.

“Vazgeçtim. Çikolatalı olsun.”

“Nasıl isterseniz…”

“Ben meyveli seviyorum ama evdeki herkes çikolatalıyı tercih eder.”

Telefonum çalıyor. Gül arıyor. Telefonu açmam gerekiyor.

“Merhaba Gül!”

“Merhaba abla! Ben eve geldim ama çantamda anahtarı bulamıyorum. Yolda düşürdüm mü, bilmiyorum. Evde unutmadığımdan eminim.”

“Sorun değil.”

Açıklamaları bitmiyor. Özür diliyor.

“Sorun değil dedim ya. Sen bekle, ben şimdi geliyorum.” diyerek telefonu kapattım.

Olacak iş değil. Bir bu eksikti!

“Kaç kişilik olacak?”

“Altı…”

Pastayı ayırmalarını, akşamüzeri gelip alacağımı söylüyorum.

“Kaç mum istiyorsunuz?”

On yıl için bir mum yeterli.

“Dört.”

Ödemeyi yapıp çıkıyorum. Dışarı çıkınca derin bir nefes alıyorum. Oradan uzaklaştıkça kokular azalıyor.

Otobüs durağına geldim.

Otobüsün gelmesini bekledim. Sonunda geldi. Kalabalık değildi. Oturacak bir yer buldum pencere kenarında. Dışarıyı seyretmek iyi gelir her zaman. Karşımda oturan genç kadın pencereye çevirmiş başını, sessiz sessiz ağlıyor. Yanaklarına düşmeden damlaları siliyor. Gözüne bir şey kaçmış gibi yapıyor. Ağladığı bal gibi ortada.

Otobüslerde ağlayan kadınları çok gördüm. Yaşadıkları evde ağlayacakları bir köşeleri olmadığı hiç aklıma gelmemişti. İş yerime arabayla giderken ağlardım ben de. Bir gün arkamdan gelen araç uzun uzun korna çalmıştı.

“Salak kadın! Ağlayacak yer mi bulamadın? Kazaya neden olacaksın. Geberirsen geber de başkalarının suçu ne?”

Bunları duymadım elbette. Sadece ne söyleyebileceklerini düşündüm.

Nerede olduğumuzu anlamak için etrafa baktım. İnmeme birkaç durak kalmış.

Durakta indim. Marketin olduğu yerden sola döndüm. Küçük bir ara sokak burası. Atölye bu sokakta, dört katlı bir apartmanın giriş katında. Burayı severek aldık: Ben ve kızım. Atölyenin açılışında açıklayacağız ona. Güzel bir açılış olacağını hayal ediyorum. İçeride tuvallerim olacak. Odalardan biri çalışma odam olacak.

Gül’ü bahçede duvarın üstünde otururken buldum. Beni görünce “Geldiniz mi?” dedi. Gülümsedim. Oturduğu yerden kalktı, üzerini silkeledi. “Sizden özür dilerim. Anahtara ne oldu ben de bilemedim.” dedi. Önemli olmadığını söylesem de sürekli açıklama yapıyordu. Onun hatası değildi. “Bilmeyerek yapılan bir şey hata olmaz, değil mi?” dedim. “Evet hata değildir.” dedi.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*