GÜNLÜKLER – 22 Mart 2020

GÜNLÜKLER – 22 Mart 2020

Yine güneşin doğuşunu izleyemedim. Yatakta zamanın geçmesini beklerken düş görüyordum. Sabahı tan doğumunu beklediğim gençlik yıllarımdaki günün ağarışı, at arabalarının tozutarak tekerleklerinin gürültüsüyle yoldan geçişini… Görüyordum. Sonra…

Suya eğildim, düştüm. Uyandım. Suya eğilmiş, kitabı almaya çalışmıştım. Kitap gittikçe suyun içinde batıyordu. Tam tutacağım sırada daha da derinlere iniyordu kitap. Kitabı elimden düşürmüştüm. Birkaç sayfasını okumuştum ama içinde ne yazdığını hatırlamıyorum. Yine uyumuşum.

Geç saatte kalktım cumartesi günü. Yine de uykum vardı. Okuyamadım. Tatlı bir uyku hali işte. Akşam saat kaçtı bilmiyorum, yemekten sonraydı “Ben tatlı mı yedim?” dedim. “Tatlı yedikten sonra böyle oluyorum. Uykum var.” Tatlı yememiştik. Her zamanki gibi tükeniş sendromuydu. Yorulmuştum. Okumak kadar yazmak da zordu. Bir süre koltukta uzandım sonra kendime gelemeyeceğimi anlayınca odama gittim. Nasıl uyuduğumu hatırlamıyorum. İşte bu sabah…

Daha doğrusu öğleden sonra telefonumun sesiyle gözlerimi açtım. Arayan Duygu. İçeride telefonum çekmediği için telefonu açmadım. Dışarı çıktım, onu aradım. Beni merak etmiş. Dört araması var ve ben sadece sonuncusunu yani dördüncüsünü duymuşum. Dün günlüğümü paylaşmadığım için kaygılanmış. Hâlâ uykum var, dedim. Kalkmak istemiyorum. Yoksa hasta mısın, diye sordu. Hayır bu bana yabancı gelen bir durum değil. Normal her şey. Yorulunca böyle oluyorum. İlaç dozlarımı değiştirmedim hatta Za. bile almadım. Bu ilacı gerekmedikçe almayacağım.  İyiyim. Yirmi dört saat uyuma dönemime girmiş olmalıyım.

Bir daha yatmadım elbette. Yemek yedim. Bana gelen bir mesajı yanıtladım. Bana alınmış arkadaşım. Telefonuna yanıt vermediğim için. Dışarı çıktım onu aradım. Kendimi kampa aldım. Okuma ve yazma dışında bir şey yapmıyorum.

Hava güzeldi ama üşüdüm. Hasta olma zamanı değil. Öncelik diğer hastalık çünkü. Eve girdim.

Mizah birkaç gün sonra yapılamayacak. Şimdi bunun tadını çıkarmalıyım. Birkaç şey okudum. Bana gelenleri başkalarına gönderdim. Ne yapmalı? Hiç.

Akşam haberlerini izledik. Sokağa çıkma yasağının gelmesi şart. Herkes dışarıda. Zaten mizah yapanlar da azaldı. Bir yandan nefes almaları için mizah yapılıyor, diğer yandan da sokağa çıkanları eve almak için gerçekler anlatılıyor.

Duygu ile yine konuştuk. Hastalık üzerine odaklandım ve takıntı yapmaya başladım. Henüz çok erken. Şimdi böyle olursa sonra ne yapacağım? Kitaplardan söz etmeliyim. Okuduğum kitap… O da okumaya çalışıyor. Kaygılarımız hep önde oluyor. Metamodernizm üzerine bir şey diyecekti. Boş ver onu, o geçti artık. Yeni bir çağa yeni bir dil gerekiyor. Bu da bilimkurgu dili olacak. Her şey açık ve net olacak. Buz dağı falan yok. Unut gitsin. Her şey görünende aslında. İfade edeceğimiz bir şey yok. Onların bize miras bıraktıkları duygulardı. Öğretilmişti. Şimdi çocuklar bile gülüyordur ağladığımız hallerimize. Unut gitsin. Yarın ne olacağını kimse bilmiyor. Bunu programlayanların bile nasıl bir tepkiyle karşılaşacaklarını bilmediklerinden eminim.

Duygu ile uzun uzun konuştuktan sonra kendimi daha iyi hissettim. Ona yazarların savaşlarda nasıl da umutlarla çalışmalarına devam ettiğini anımsattım. Yazmak zorunda değiliz belki ama hayatta kalanlar arasında olacaksak bile… Güçlü olmak için bir neden olması bile yeter.

Geçmişi anımsıyorum. Cümle olmadan hızlı hızlı geçiyor kareler. Yeni cümlelerle anlatmak istiyorum. Bu da elbette olmayacak bir şey.

65 yaş üzerinde olanlar dışarı çıkamıyorlar, onlara yasak var. Fakat herkes dışarıya çıkmış. Polis engel olmaya çalışıyor. Herkes bu yaş grubuna kızıyor. Bir şey yazacaktım ama neyse geçeyim… Ben yine buz dağının altında kalanları çözmeye çalışacaktım. Evde dırdır, gürültü, kavga… Gel de çıkma dışarıya. Böylece kısacık yazmış oldum.

Meslek liselerinde maske dikilecek, pazen ve patiska kumaşlarından. Maske yapımında kullanılan kumaş yok. Doktorlarda ve hemşirelerde maske yok. Bunu biliyorum.

Üniversite öğrenci yurdunda hacılar karantinaya alındı. Akademisyenler iş yerlerine gidiyor ve onlarla ortak yemekhaneyi kullanıyorlar.

Geçmiş…

Onu aradım. Hastaydı ama ismi konmamıştı. Test yaptırmamış. Ben de iyiyim. Benim pneumoni geçirdiğimi söylüyor, dikkatli olmalıymışım. Biliyorum. Ne kadar geç hasta olursam o kadar iyiymiş. Neden, hastanelerde hasta sayısı azalır, tedaviye alırlar diye mi? Hayır, insandan insana bulaşırken virüs değişiyor, etkisini değiştiriyor, ölümcüllüğü azabilir.

Birlikte hasta hayvanların başında çok bekledik. Ellerimizin altında kayıp giden canlar. Şimdi yine gözlerimin önüne geliyor. Ötenaziyi o hiç onaylamadı. Yapmadı. İlk başlarda ağlıyordum. Sonra alışır gibi oldum. Demek ki alışmamış ruhsal olarak kaybetmişim. Bayılamadığım için çok üzülüyordum. Bayılabilseydim bu işi yapmazdım. Hiç bayılmadım, hiç midem bulanmadı. Kan kokusu midemi bulandırıyordu sadece.

Distopya yazmayacağım, diyorum kendi kendime. Hayatın kendisi distopik bir romana doğru gidiyor. Benim kurgulama gerek yok.

 

Gençliğimizi düşündüm. Hiç böyle bir sınavdan geçtiğimizi hatırlamıyorum. Klinikteki hasta hayvanlardan bize bulaşan toksoplazma dışında bir şey yok. Aslında var da küçük şeyler, parazitler örneğin. Hiçbirine yakalanmadık. Oğlumuzu da bu ortamda büyüttük zaten. İnsanın en büyük düşmanı insandı bugüne kadar. Kim olduğunu bilmemizi isteyenler sanırım bu yeni düşmana bir şey söyleyemeyecekler.  İngiliz hemşire, nöbetten sonra girdiği marketteki boş raflar karşısında göz yaşlarına engel olamamış. Tek göz yaşı bunun için  olur umarım. Başka şeyler görmez. Doktorların açıklamaları gerçekten büyük travma nedeni.

Bahçeye çıktım bugün. Güneş güzeldi. Çiçekleri dolaştım. Otlar çok büyümüş. Böyle giderse boyları bir ağaç boyu olacak. Yapacak bir şey yok. Bahçede iş çok. İş yapılmasını istemiyorum.

Bugün biraz okudum. Beğenip beğenmemem önemli değil. Beğenmesem de okumak zorundayım, bu benim işim. Ama daha sonra beğendiğim bir şeyleri oluyor. Kurgusunu beğeniyorum kiminin. Kiminin dilini.

Yarın pazartesi ve uzaktan eğitim başlayacak. Belki yarın dışarı çıkmak da yasaklanabilir. Yarın olmasa da kısa zamanda olacaktır. İnsanlar evde oturamıyor. Aslında çevrelerinde birkaç hasta olunca işin ciddiyetini anlamış olacaklar.

Yurt dışındaki arkadaşımla konuştum. Onların sağlık olanaklarının daha iyi olduğunu düşünüyordum. Ama o yeterli olmadığını söyledi. “Size göre daha kötüyüz…” Dedi ama hayatta inanmam. Normal zamanda randevu alamıyorduk şimdi mi hastanede bize sağlık hizmeti verilecek?

Şöyle bir kendi hastalığım olsa diyorum, salınsam bir uçtan bir uca… Uçsam, düşsem kalksam, koşsam, ağlasam, gülsem… Mazi derler adına, geç bunları. O zamanlar yaşıyordum. Her şeyi yapabilecek gücü buluyor, düşünce kalkıyor yeni baştan başlıyordum. Şimdi ne yapacağımı bilmiyorum.

İnsan eline verilen kelimelerle bir hayat, bir hayal kurar. Bugün elimde bugün herkesin dilindeki kelimelerin dışında kelime yok. Biraz okumalıyım.

Boş ver bugünü de geçmişi de git yat, diyorum kendime. Yapamam. Okumazsam takıntılarım başlar.

Bizi duygusal yetiştirdiler. Duygu yüklüydü sonradan okuduğumuz yazılar. Duygularımıza seslenildi. Acılar dile getirildi. Şimdi ne olacak? Bir mendil hakkı bile çok aslında. Şu anda gözlerimin önünde yatıyor hasta hayvanlar. Köpekler, kediler… Yaşayacaklar, yaşamaları gerek, diyordum. Gece eve götürüyorduk hasta hayvanları. Sürekli kontrol altında oluyorlardı, serum takılı olurdu çoğu. Öyle çok uykum olurdu ki… Uyurdum. Ağlama sesleri arasında uyur kalırdım. Alt kattaki komşumuz oğlumuzun ağladığını sanırdı. Hayvan sesi diyemezdim. Hatta bir gün hiç susmayan yavruyu apartmanın bahçesine bırakmak zorunda kaldık. Ne kötü,  sokaktan gelen sesleri kimse ciddiye olmuyor. Uyurdum. O uyanık olurdu. Sabah almıştı onu bıraktığı yerden. İyiydi. Kliniğe götürdü onu.

Oğlum ameliyatların arasında büyürken ne yaptığımızı bilmesi için açıklamalar yapardım. Ameliyatlar onların sağlığı için yapılıyordu. İlaç kokusu, kan kokusu…

Daldan dala atlamalar, bir şeylerin -daha doğrusu çıbanın- henüz olgunlaşmadığını gösterir mi?

Çıbanlar pansuman edilir, kesiklere dikiş atılır…

Klinikteki günlerimizi anımsıyorum. Hasta sahiplerinden çok hastaları görüyorum. Hasta sahiplerinin kollarında kıpırdamadan yatan son dakikalarını yaşayan… Sürekli yanlarına gidip yaşayıp yaşamadıklarına bakıyorum.

Bugün bile serum takabileceğimden eminim. En iyi yaptığım iş buydu; damarı bulmak.

Yarın…

Alışkanlık işte bu kelimeden sonra her şeyin daha iyi olacağından emin olduğumu yazacaktım. Biraz geç kalınmadı mı? Her şeye.

Ben geç kaldığımı düşünmüyorum. Geç kaldığım bir şey varsa o da küfretmekte geç kaldığım. Yanlışlıkla çocuklara söylerim diye, dilime almazdım, ya kızınca ağzımdan kaçarsa diye… İki yılı geçiyor çocuklardan uzaklaşalı, evet geç kaldım iki yıl önce küfretmeyi öğrenmeye başlamalıydım. Hayır tiyatro oyunlarında herkesin güldüğü küfürlü cümlelere de ben hiç gülmedim. Küfür küfretmek için, gülmek için değil. Ciddiye alma, geç bunu da.

Ne yapayım? Mizah yok, küfür yok.

Masanın üzerindeki vazoda çiçekler var. Aslanağzı çok güzel. Birini koparıyorum. Aslanın ağzını açıyorum. Çocukluğumuzda bunu yapar eğlenirdik.

Koltuğun yanında kitaplar duruyor. İçlerinden dördünü bitirdim. Bu yığını kaldırmak istemiyorum. Yavaş yavaş erimesi hoşuma gidiyor. Geceleri seviyorum. Belki bugün güneşin doğuşunu izleyebilirim. Gündüzleri haberler yüzünden sevmiyorum. Herkes iyi ve uykuda bu saatlerde.

*

Geçmiş…

Artık bir psikiyatriste gitmem gerektiğini söylüyor. Oysa ben iyiyim. Sadece depresyondayım. Dayanamıyorum buna ama geçecek. Hayır, hastanede yatmak istemiyorum. Beni kapatmalarına izin vermeyeceğim. Birkaç özel hastaneye gidiyoruz. Nasılsınız? İyi değilim. Öz kıyım düşünceniz var mı? Var.  Sorular sorular…

“Hastaneye yatmalısınız. Yoksa sorumluluk almayız.”

Sonunda bir öneri üzerine başka bir psikiyatriste gidiyoruz. Çok zayıfmışım. Hep böyleydim. Hasta değilim. Yaşadığım koşullar…

“İlaç tedavisi…”

İyiyim. Daha sonra…

Doktora gideceğim için daha iyiyim. Güveniyorum ona. Onunla sohbet etmeyi seviyorum. Sanatçı hastalığı adını veriyor hastalığıma. Gülüyorum. Çocuk kitabı yazıyorum o kadar. İşimi seviyorum. Hayvanları da çocukları da seviyorum. Tek iş yapmam gerekiyor. Artık yoruluyorum. Yine de iki işe devam ediyorum. Kendi işinin başında olmak…

İlaçlar sürekli uyutuyor. İş yerinde değilsem oturduğum yerde uyuyorum artık. Yatağa bile gidemiyorum. Ev işlerini yapmakta zorlanıyorum. Sabah uyanmakta zorlanıyorum. İlaçlar ağır geliyor. Uyutuyor. Sürekli ağlıyorum. Uçurumlar, uçurumlar…

Korkuyu yenmenin tek çözümü kendini uçurumdan aşağıya bırakmak. Paraşütle atladığım gibi. Havada öyleye asılı kalmak. İnme zamanı gelinceye kadar bırakmak kendini.

Bugün arayan arkadaşım bipolardı. Hastalık üzerine konuşmak istemiyorum. Nasılım? Ruh halim nasıl? Ne hissediyorum? Sorulardan sıkıldım, kendimi incelemekten sıkıldım. Rahat bırakın beni. Bu soruları soranlar oldu, dedim ona. Sen de izin verme bu soruları sormalarına. Bunu soranlardan uzaklaş. Bunu sadece doktorun sorabilir sana. Onunla hayatın gidişinden konuştuk. İyi olduğunu anladım. Herkes kadar iyi. Kedisi dışarı çıkmak istiyormuş. Sokaklar boş, araba yok, tekmeleyen insan yok, sokaklar onun artık, dedim. Güldük.  Onunla dayanışma içinde geçen öz kıyım düşünceli günlerimi düşünüyorum. Geçecek. Böyle derdi, geçecek. Geçekten de geçerdi. İşe giderken ağlardım, iş yerine gelince birden her şey değişirdi. Doktorum bu yüzden hiç rapor yazmadı. Çalışmalısınız, diyordu. Bir gün…

Bir gün okuldan ağlayarak döndüm. Öğrencilerim resim çizmişlerdi ve hepsi de prensesin zor durumda olduğunu kaleye kapatıldığını anlatıyordu. Mücahit’in yaptığı resim beni korkuttu. Mucahit resminin hikayesini de anlattı. Kalede bir prenses var, başının üzerinde rengarenk bir kuşak. Kalenin dışında karalar giymiş prens, prensesi kaçırmak için geliyor, prensesin renklerini almak istiyormuş. Bunun için de prensesi öldürecekmiş. Hemen doktordan randevu aldım.

Ağlıyorum. “Beni öldürecekler.”

“Sizi kim öldürecek?”

“Bilmiyorum. Karalar giyinmiş bir prens.”

“Neden öldürecek?”

“Renklerimi almak için.”

“Hikaye mi yazıyorsunuz?”

Hikaye olmadığını, öğrencilerimin bana verdiği bir mesaj olduğunu söyledim. Bu bir mesajdı. Bana öğrencilerimle gönderilen bir mesaj. Ortada ne prens vardı, ne prenses. Masal da yazmalarını istememiştim. Hepsi de aynı hikayeyi resmetmişlerdi.

“Tamam hastaneye gelin, size rapor yazayım.”

Bakırköy Devlet Hastanesi’nin adı bile beni ürpertirdi. İlk kez gidecektim bu hastaneye. Deli olmak gibi bir şey. Sıra aldım, bekliyorum. Yalnızım. Rapor almak zorunda olmasam kaçarım buradan. Karalar giymiş prens… “Doktor vizitede. Sizin oraya gitmenizi istedi.”

Korkuyorum. Sanki duvarların ardından sesleri duyacağım. Yok bir şey işitmiyorum. Katları çıkıyorum. Merdivenlerin sonunda dar bir koridor var. Sağda ve solda kapalı kapılar var. Kilitli olduklarını anlıyorum. İçeri girmek yasak. Dışarı çıkmak da yasak. Ya beni de buraya alırlarsa. Doktoruma güveniyorum. Beni yatırmayacaktır. Bekliyorum. Doktorum içeriden çıkıyor, kapı arkasından kilitleniyor. Bana rapor yazıyor. Beni alacağından öyle emindim ki yoksa beni buraya neden çağırsın. Hayır benim gitmeme izin veriyor.

Karnelerin verileceği hafta ve ben ilk defa karne zamanında raporluyum. Oysa meslek hayatımda bir günlük dışında hiç rapor almamışımdır. Eve dönüyorum. Kurtuldum. Evdeyim. Kimse beni aramıyor.

Mesajlara inanıyorum. İşaretlere inanıyorum.

“İş yerine gelebilirsin, yalnız kalma.”

Uyanınca gideceğim. Uyumak istiyorum. İşaretleri unutmak…

Az önce maillerime bakmıştım. Aldığım mesaj elbette işaretlerle ilgiliydi ve bunları anımsattı bana. Mesajın  tamamını okumadım. Korktum. Yine başa alırsam ve takip etmeye başlarsam… Ciddiye almamalıyım. Artık burç yorumlarını bile okumuyorum. Neredeyse yaşam koçluğu yapıyorlar. İnanmıyorum ama bu bir alışkanlık. Ya da bağımlılık demeliyim. Belki yarın okurum. Kendimi hazır hissettiğimde. Aslında bu mesaj gelmeden önce burç yorumlarına bakmıştım. Hayır okumadım sadece sayfalara baktım hepsi de gazete sayfalarına aitti. Bir zamanlar takip ettiğim sayfalar yoktu.

Birkaç defa klinikte ağlama krizim tutmuştu. Kimse yoktu. Ona sımsıkı sarılmıştım. Karanlık ve boşluktu hissettiğim. Buna dayanamıyordum. İçinde kayboluyordum. Sımsıkı sarılıyorum. Bir süre sonra geçiyor. İyiyim. Şimdi daha iyiyim.

“Senin için ne yapabilirim?”

“İlaçlar etkili olmuyor. Dozlarını artırman gerekiyor.”

“Doktorunla konuştun mu? Ona her şeyi anlatıyor musun?”

Şarkı dinleyemiyorum artık. Hiçbir şarkıyı ağlamadan dinleyemiyorum. Televizyon yok, müzik yok. Kitap var. Makaleler, araştırmalar, incelemeler… Öykü ve roman da okuyamıyorum. Dayanamıyorum. Karanlık çöküyor hemen. Çözümlemeleri seviyorum. Çözmek iyi geliyor. Hayatın anlamını da bir gün çözeceğim. Neden bunları yaşadığımı da bir gün çözeceğim.

Buz dağının altıyla uğraşmayacağımı söylüyordum. Bırak her şey dağınık kalsın. Kuşlar, böcekler, kediler, köpekler… Sevgili Emo ve sevgili yuka…

Bipolarlıkla ilgili çok yazdım. Yeniden başa dönmek anlamsız. İlaç dozlarımı ayarlayabiliyorum. Doktorumun bilgisi var. Bana güveniyor, her zaman olduğu gibi. Ben de ona güveniyorum.

Ara verdim. İnternetten okumalar yaptım; salgın üzerine yazılmış yazılar. Neden? Neden okuyorum ve neden hâlâ yazıyorum ki. Biliyorum nedenini oysa. “Sonuna kadar gideceğim, yaşayacağım,” demişti. Öyle olsun ama…

Saçma. Yine de saçmalık.

Güneşi izlemek mi? Saçma. Ne görmeyi bekliyorum? Doğanın kendini yenilediğini, yeni bir güne başlandığını mı anlatacağım? Doğa nerede? Mevsimler hâlâ kimin için anlam taşıyor? Ağaçlar, otlar, hayvanlar…

 

 

 

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*