GÜNLÜKLER – 15 Kasım 2019

GÜNLÜKLER – 15 Kasım 2019

Hatice Eroğlu Akdoğan/ Mektup Bizden Selam Söyle

Okur olarak ben: Klasik bir romanın dışına çıkıyor. Karakterlerin yorumları, düşüncelerine pek yer verilmiyor. Anlatı değil bir tanıklık yaşanmışlık kurguyla veriliyor. İzlenim olarak dışarıdan  bakıyor okur da unuttuklarını anımsayarak romana katılıyor. Dışında kalmak olanaksız, yorumsuz bırakılanları yorumlamamak, üzerinde düşünmemek olanaksız. Önyargıları yıkmak istiyor. Doğru olarak bilinmesi istenen yanlışları görmemek olanaksız. Karakterlerin duygularını yaşamamak elde değil.

Bilmediğimize inanmışız ya oysa bildiklerimizi anımsamak bile yeni bir yol için ilk adım olabilir. Kendimize, yanımızdakine uzanan bir yol. Yaşananlar başka bir ülkede de yaşanmış olabilir. Düşünmek ve anımsamak; yaşadıklarımız yaşatılanlar okuduklarımız… Sonuç olarak söz almamak gibi susmak gibi bir lüks bırakmıyor. Öyle de olmalı.

Romanın gerçekliği kadar hakikati de düşündürücü.

Hatice ile yazışmıştım. Bunu da burada vermek istiyorum.

20 Eylül 2019

Merhaba Hatice. Romanın için bir okur yolculuğunu kaleme almak istemiştim. Bölüm bölüm okuyacak ve okuduktan sonra anımsamalarımı ve kendi yolculuğumu yazacaktım. Birinci gün okuduklarım beni öfkelendirdi. Gençlik yıllarımı anımsadım. O yıllarda yaşananları düşündüm. Öldürülen öğrencileri, öğrenci evlerine yapılan baskınları, kitapların evden evde taşınmasını; okuduklarımızı ve basında yer almayan haberleri birbirimize anlatışımızı…

Kapitalizmin tanımını yapamadım, yani ezbere söyleyemezdim. Ama yaşananları ve verilen mücadelenin haklılığını  biliyordum. O yıllarda okuduğum romanlar kadar gördüğüm yaşamlara tanıklık. Sonra büyüdük ve bir işimiz oldu. Bir çoğumuz omuzlarına yüklenen daha doğrusu yük olarak aldığı sorumlulukları yerine getirmek için çok hizmet verdi. İdealist büyüklerin idealist çocuklarıydık. Ben de… Doğru olanı yaparken çalışmalarımız üzerinden kazanılan yapılan kârları düşünemeyecek kadar meşguldük. Bir kadın olarak ben de birçok şey için kendi çapımda kendim için mücadele verirken… Kendimi bilinmez bir uğraşın, beni kemirişini fark ettim ve neden buna devam ettiğimi sorguladım.

Öyle çok meşguldüm ki. İş ev çocuk eş. Parçalanmıştım. Herkes kadar. Sonunda her ne kadar başarılar kazansam da kaybettiğimi düşünüyordum. İstediğim düşlediğim bu son değildi. Boşuna uğraşmıştım. Hayal kırıklığı, yorgunluk. Çekildim.

Sana hiç ‘faşizm’ kelimesini kullanmadığımı söyledim. Bu kelimeyi kullanırken doğru söz dizimin olması gerektiğini ve bunun üzerine yazamayacağımı söylemiştim. Okumak yazmak kadar öğretici olmuyor. İlk kez bunun üzerine yazıyorum. Tanıklığa ve içinde oluşa gerek duyduğu için oldukça silik kalacak. Yine de yazmayı deniyorum. Ama bilmeni isterim ki roman hakkında yazılması gerektiğini düşünüyorum. Belki anımsayanlar olur ve yazmaya çalışırken başarısızlıklarını kabul ederler.

Unuttuk her şeyi çalışırken. Unuttuk ve her şeye yetişmeye çalışırken bir başka güne ya da zamanın gelmesine bıraktık. İşler ev içlerine kadar uzandı.

İş yerindeki sorumluluklar işlerin yürümesi içindi. İyi hizmet vermek içindi. İnsan içindi. Bir başkasının yapamayacağı kadar çalışmak gerekirdi. İçinde insan vardı.

Ev önemliydi. Pembe panjurlu evlerin düşlenmesi sevgiyle yaşamak içindi. İş bölümü demekti. Sağlıklı çocuklar travmasız çocuklar yetiştirmek demekti. Kadın hakları savunucusu olmayı düşünmeden eşitlik için mücadele vermek demekti. Ev içlerini huzurlu kılmak…

Kadın haklarını savunmak için kadının önce yaşadığı çevrede haklarını koruması gerekli olduğuna inanıyordum.

İçindeyken insan gerçekleri göremiyormuş. Geriye çekilip bakması gerekiyormuş. Sonra da geç kalındığını fark ediyormuş. Yerine yetiştirdiği insanları bırakıp geri çekiliyormuş insan.

Bugün bu kadar olsun. Romanın devamını sonra okuyacağım.

İçimde bir burukluk bir ürperti. Bilmem yarın neler düşüneceğim. Neleri anımsayacağım. Başarısızlığımı hep başarısızlık ve hizmet olarak algılamıştım ama bu düşüncemi destekleyen çıkmamıştı. Şimdi daha iyi anlıyorum ne demek istediğimi.

Kolay gelsin.

Bence başka okurların da okuma yolculuğunu yazmalarını istemelisin. Sonuçlarını ben de merak ediyorum. Ne dersin?

*

Merhaba Hatice. Seninle romanın üzerine konuşmak istiyorum.

Kitap hacimli bir kitap ama okumaya başlayınca sayfaları fark etmeden çeviriyorsun. Devrimci örgütlü mücadelenin içinde buluyorsun kendini. Yaşamı savunuyorsun. İstanbul’un gecekondularında yaşanıyor olsa da her yerde bulunduklarını, her dönemde yer aldıklarını ve bugün de yaşandığını biliyorsun. Okurda öfke uyandırıyor. Bu aynı zamanda anlatıcının öfkesi olmalı, ne dersin?

-Anlatıcı hikayeyi ya da süreçte olanları anlatıyor. Öfke, sempati ya da hoşlanma gibi duygulardan azade olarak… Kendi dışındaki gerçeği görüyor ve onu bir biçimde ifadeye büründürüyor. O yüzden ortada görünen öfkenin aynı zamanda anlatıcının öfkesi demek hepten doğru olmaz. O kendisinin de içinde olduğu yaşamı betimliyor.

Devrimci mücadele içinde yer alan Leman’la başlıyor roman.  Leman’ın bilinçlenmesini izliyoruz ve bu mücadelede yer almasını… Fabrikalarda çalışan işçilerin sendikalaşması, birlikte verdikleri mücadele. Ve 12 Eylül’le birlikte mücadeleyi kırmak için verilen idam kararlarında dik duruşlarından vazgeçememeleri… Roman gerçekçi bir zeminde yer alıyor. Tanıklığını kaleme alışın bu, diyelim ama yine de sormak istedim; başka romanlardaki tanıklıklar için ne söylersin?

Evet, gerçekler; yaşadığım, tanık olduğum şeyler asıl olarak beni etkiledi. Yazma becerisini kazandığımda beni güdüledi. 1980 12 Eylül askeri cuntası (anayasa ve buna dayalı olarak düzenlenen örgütlenme ve grev hakkı yasası, üniversite eğitim yasasının da rafa kaldırılmasından dolayı da biz buna faşist yönetim diyoruz) ve cunta öncesi solcu, devrimci gençlerin yaşadıklarını bir biçimde anlatan öyküler, kitaplar yazıldı. Ama tüm bu eserlerde çoğunlukla mağdur edilen halkı, işkence ve hapisliklerle başı ezilen solu eleştiren, suçlayan ayrıntılar hakim oldu. 12 Eylül’den birkaç yıl sonra ortaya çıkan roman olarak kitaplar (Latife Tekin, Ahmet Altan vs.) bu türdendi. O yüzden Yalçın Küçük bu kitaplara karşı kendi yazdığı eleştiri içerikli yapıtının adını “Küfür Romanları” koymuştu. Elbet ortada küfrederek yenilmiş bir halkı ve onlara önderlik edenleri küçük düşüren yapıtlara karşısında insan daha objektif, daha hakkaniyetli davranma bilincini ediniyor. “Ben yazsam, bunu böyle yazmazdım” dediğim çok olmuştur. Ve o zaman bir gün gelip yazabileceğimi bilmeden.

12 Eylül’ün üzerinden otuz dokuz yıl geçti. Hayatlarını kaybeden insanların yakınlarının, gençlerin yaş alması mı gerekiyordu? Evet, 12 Eylül’ün romanını yazmak, neden bu kadar gecikti? Biliyorum ki şiddeti anlatmak zordur. Gerçekleri yazmak da. Gazete haberleri yazmak, olayları haber yapmak daha kolaydır. Ya roman yazmak?..

-1980’da cunta geldi. Bazı büyük kentlerde zaten sıkıyönetim vardı. Baskılar inanılmaz boyutlardaydı. Geçmişte yaklaşık %60-70 oranında solcuları destekleyen halk büyük bir korkuya kapıldı ve sessizleşti. İstisnalar kuralı bozmuyor ama genel durum böyleydi. O günkü süreçte demokratik devrimci mücadele içinde yer alan kuşaklar sadece bir okuyucu kitlesiydi. Yazma ya da sanat yapma yetenekleri var mı yok mu bunu dahi bilmiyorlardı. Hapishanelerde bol bol kitap okumaya başlamışlardı. Bunların içinden şiir ve öykü yazanlar oldu.

Cuntanın ilk yıllarında yukarıda bahsettiğim “Küfür Romanları” yazıldı. Cunta bu tür yayınları destekliyordu. Devrimcileri, solcuları olumlayan roman yazan olmadı. Belki de yazmayı düşünenler korkuyorlardı. 90’lı yıllarda daha çok içeride yatıp çıkmış olanlardan öykü ve şiir kitapları, tek tük de roman çıkmaya başladı. Edebiyat eleştirmeni Fethi Naci bir yazısında 12 Eylül döneminin edebiyata yansımamasını büyük bir boşluk olarak nitelemişti. Yazılmıyor demişti. O zaman yeni yeni öyküler yazan ben hep devrimcilere yönelik karalama kitaplarına karşı neden onların direnişçi yanlarını öne çıkaran, hatta kendilerini eleştiren yanlarını dikkate alan bir kitap yazmıyorsun demiştim. Bekle Bizi İstanbul’u bu düşünceden yola çıkarak yazdım. Yıl 2003. Sonra 2006’da Dicle’nin Sırrı çıktı. Her ikisi de 12 Eylül sonrası dönemden parçalar. Kendi adıma niye bu zamana kadar bekledim? Ancak yazma yeteneğini, ifade edebilme yeteneğini o zaman kendimde bulduğum için. Yoksa 20 yıl önce yazmayı düşünmediğim gibi yazma birikimim de yoktu. Bu konuda roman yazanlar da aşağı yukarı bu yıllarda (daha çok 2000’li yıllarda) kendini gösterdi. Birbirlerinden cesaret de aldılar. 12 Eylül süreciyle ilgili daha başkan roman yazar mıyım, yazmaz mıyım sanırım zaman gösterecek.

 

Yazma sürecini anlatır mısın?

-Söz konusu kitapla ilgili elimde birbirinden bağımsız birkaç hikâye vardı. Ben bu hikayeleri birbiriyle bağdaştırma yönünde kafa yordum. İki-üç kez yazdım olmadı. Bilgisayarım romanlaştırmaya çalıştığım dosyanın karalamalarıyla doldu. Öyle ki yazdıklarımın içinde çıkamaz hale geldim. Sonunda olayı kapatıp bir köşeye ittim. İstediğim gibi yazamıyordum. İçime sinmiyor; bir şey eksik kalıyor, vermek istediğimi veremiyordum. Başaramamıştım. O yüzden kötüydüm, rahatsızdım. Kendi içimde bunu yaşıyordum.

 Ağlasun’da Azime Abla’ya üstünde çalıştığım ama istediğim gibi sonuçlandıramadığım bu dosyamdan konu vs. belirtmeden bahsettim”. Azime Korkmazgil’in benden bir beklentisi yoktu ama onun önünde kendime, kendim için söz verdiğim için dosyayı geldiğimde sıfırdan açtım. Önceki karmakarışık halini basitleştirip kısaltmış olarak içinden çıktım. Kitap bir boyutuyla Leman’ın gözünden, diğer boyutuyla Leman’dan bağımsız, geriye dönük bir noktadan başladı. Leman’ın hayatı bir yerde onların yaşanmış ve yaşanacak hayatlarıyla kesişti. Sonrasında Leman anlatıyı devam ettirdi.

Her hikâye, her öykü yazarının bilincinden, ruhundan, yaşanmışlığından bir şeyler içerir. Bu da bütün olarak gerçekliğin bir parçasıdır. Mektup Bizden Selam Söyle de gerçekliğin, tanıklığın izlerini de taşıyor. Ben yaşanmışlıkları yeniden kurgulayarak hissettirmeye çalıştım. Okur bunu hissediyorsa başarmışım demektir.

Öncelikle kalemine ve yüreğine sağlık diliyorum.

Kitabın tanıtım yazısını yazmak olanaksız. Roman, okurun kendi yolculuğuyla yaşanır. Benim yolculuğumun,  seninle yaptığım yazışmayla  daha değerli olduğunu bilmeni istiyorum.

Unuttuğum ne çok şey varmış. Ama işte unutmamışım. 1980’de on üç yaşımdaymışım, bir kasabada. 82 sonrası Ankara’da öğrencilik yıllarım başlamış. Ne çok okumuşum, küçük tanıklıklar yaşamışım. Hatta on iki yıl öncesini de unutmuşum. Arkadaşlara o yaşlarımızda yaşadıklarımızın öyküsünü yazmayı önermiştim. Sonra Bir Tersine Yürüyüş adlı kitabı okuduk bir yıl sonra. Unutmamışım. Tekrar tekrar okunacak kitaplar olmalı, tarihin tekerrür etmediği görmek için. Unutturulmaya çalışılan tarih.

Önemli olan okurun yolculuğunu.

*

15 Kasım 2019

Her okuma bir anımsamadır. Zeminin kaydığını hissediyorum.

Hatice’nin romanını okuyan birkaç kişinin okurken ağladığını öğrendim. Her okur farklı şeyler hissediyor, yaşıyor. Ama şu etkisi de var ki, unuttuklarını anımsatıyor.

Bugün de bitti. Gerçi başka romanları da, başka yaşam biçimlerini de  düşünüyorum ama bu gecelik bu kadar yeter.

 

2 yorum

  1. Bir kitabı anlamak, yorumlamakla ilgili süreci aktarman çok farklı bir değerlendirme biçimi olmuş. Çoğu okur kitaba salt duygularıyla bakar; dokundu mu dokunmadı mı diye. Kitaptaki gerçekler karşısında kendi gerçeğini sorgulaman kitap değerlendirmesine farklı anlam ve bakış açısı katıyor. İyi ki böyle yapmışsın.

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*